Sevgi.. Kısa bir kelime olmasına rağmen ardında ne kadar yüklü bir anlam taşıyor öyle değil mi? Hayatımız boyunca onu yakalamak için uğraşır dururuz elimizde olmadan. Bir şeyleri sevmek isteriz, sevilmeyi hissetmek isteriz. Bunu bulamadığımız zaman ise büyük bir hayal kırıklığına uğrar, sevgiden umudu keseriz. Ama bir süre sonra yine onun peşinde buluruz kendimizi. Özellikle çocukluğumuzda. Küçücük şeylerle mutlu olabildiğimiz ve sevgiyi hissedebildiğimiz o anlar. Ailemizle hissettiğimiz huzur, onların her başımızı okşayışında veya her aldığı çikolatanın ardından hissettiğimiz o sevgi; oldukça masum ve anlamı öyle büyük ki. Bu küçük sevgi göstergesinin, bir insanın geleceğini nasıl etkilediğini düşündüğümüz de, aslında küçücük bir şeyin bile öneminin ne denli artacağını tahmin bile edemeyecek noktaya geliyoruz. Bu küçücük sevgi; ilerde insanlarla nasıl ilişkiler kuracağımızdan, hayata ve kendimize bakış açımıza kadar bizleri etkileyebiliyor. Peki sevgiyi hissedemeden büyüyen bir çocuğu düşünün. Hayata karşı nasıl güvensiz büyüyeceğini ve karşılaştığı insanlarda sevgiyi bulmak için kendini nasıl zorlayacağını..Her bulamadığı sevgide daha da hayal kırıklığına uğrayıp, yerini öfkeye bırakacağını..Bugün sizlere "sevgisizliğin" nesilden nesile giden kalp ağrılarını gerçekçi bir şekilde yüzümüze vuran bir filmden bahsetmek istiyorum; Loveless.
2017 çıkışlı, Rusya yapımı bir film olan Loveless'in yönetmen koltuğunda Andrey Zvyagintsev oturuyor. Yönetmeni ilk kez Leviathan filmiyle tanımıştım. Oldukça etkileyici bir senaryoya sahip bir filmdi kesinlikle. Ama Leviathan daha çok sistemsel bir eleştiri barındırıyordu içinde isminden de anlaşılacağı gibi. Fakat Loveless'da sistemsel bir eleştiriden çok, toplumun yine en küçük birimi olan "aile"ye karşı bir eleştiri ve yakarışı görüyoruz diyebilirim. Rusya sinemasının en sevdiğim özelliği kesinlikle bu. Daima bir eleştirinin hakim olduğu filmlere, bir de Rusya'nın o soğuk iklimi de eklenince ortaya müthiş bir harman çıkıyor diyebilirim. Devamlı kar yağan ve soğuk mavi tonlarının hakim olduğu bir sinematografiye, romantik bir film olması zor olur elbette. Ama sosyal mesaj içeren ve sistemsel eleştirilerin olduğu filmlere gerçekçi bir atmosfer kattığı da gerçek. Sert ve gerçekçi hikayelerin hakim olduğu Rus sineması favorilerimin arasındadır her zaman. Loveless da aynı gerçekçiliği hissettiren bir senaryoya sahip. İstekleri dışında çocukları olan ve bu sebeple evlenmiş olan bir çiftin boşanma sürecini izliyoruz. Birbirlerinden oldukça nefret eden bu çiftin ilkokula giden 10lu yaşlarda bir oğulları var; Alyosha. Aynı nefretin yansımasından da Alyosha oldukça etkilenen bir çocuk. Hatta boşandıktan sonra iki tarafta onun bakımını üstlenmek istemiyor. Boşanma sürecinin ardında işlerini bile kaybetme korkusunu yaşarlarken; çocuklarını kaybetmenin korkusunu yaşamayacak kadar sevgisizliği hissettiriyorlar izleyiciye. Daha sonra ilişkilerinin derinine indikçe; kendilerine başka hayatlar kurduğunu görüyoruz. Yeni bir aile kurmaya hatta başka insanlardan yeni çocuklar yapmayı planlayan bu insanların hayatlarında yer bulmayı başaramayan küçücük bir çocuğun hüznünü izliyoruz Loveless'da.
Filmin en etkileyici sahnesini buluyor daha filmin başlarında bizleri. İstenmediğini ve yatılı okul planlarını yaptıkları konuşmayı kapının ardında dinliyor Alyosha. Kapının arkasına öyle sinmiş ve sessiz ağlamaya o kadar çok alışmışki; odadan çıkan annesi bile farketmiyor onu. Evin hayaleti gibi adeta, kimse hiçbir zaman onun yaşlarını görmüyor, ne hissettiğini sormuyor. 10 yaşında bir çocuk gibi değil de, sanki yaşananların tüm sorumlusu oymuş gibi davranılıyor..O altın sarısı saçlarının ardında sakladığı gözyaşları ve hıçkırıklarıyla hissettiğim o sevgisizliği asla unutmayacağım sanırsam, oldukça etkilendiğim bir sahne oldu benim için. Yaşananların ardında evinden kaçıyor Alyosha ve asıl hikayemiz buradan itibaren başlıyor. Bu noktadan sonra sevgisizliğin getirdiği vicdan azabına tanıklık etmeye başlıyoruz. Arzuları ardından sürüklenip giderken çocuklarını kaybeden ebeveynlerin kendi içinde yaşadığı sorgulamaları izliyoruz. Ve film ilerledikçe sevgisizliğin asıl nedeninin başka bir sevgisizlik olduğunu görüyoruz. Miras kalan bir sevgisizliğin, kararttığı hayatları gördükçe; bir insanın ailesinin kendi hayatını nasıl şekillendirdiği gibi aynı şekilde onunla bağlantılı olan insanların da hayatlarını bir uçuruma sürüklediğini görüyoruz, bu da insanı kendi içinde sorgulatmaya başlıyor. Alyosha'nın annesi olan Zhenya'nın çocukluğunda kendi annesinden gördüğü sevgisizliğin, Alyosha'ya karşı olan nefretinin bir yansıması aslında. Anne olmayı, çocuğuna nasıl yaklaşması gerektiğini belki de böyle sanıyor, elinde olmadan. Üstüne bir de istenmeden olan bir çocuk olması eklenince; yaşadığı bu çocukluk travması oğluyla olan ilişkisini tamamen ele geçiriyor diyebiliriz. Aslında düşününce küçüklüğünde sevgisiz bir ortamda büyüyen bir kişinin, gelecekte kendi çocuğunun da bunları yaşamaması için, daha çok sevgiyle bağlanması gerektiğini düşünüyor insan. İşte bu noktada Loveless; çocuklukta yaşanan bu travmanın gelecekte yapılan seçimlere ve davranışlara olan etkisini, düşüncelerden çok gerçekçiliği ile gözler önüne sermeyi başarıyor.
Loveless öyle bir film ki; herkes sevgiyi arıyor. Sevgiyi belli bir kalıplara sokmaya çalışarak, hayatlarına dahil etmek istiyorlar. Bu kadar sevgiyi isteyen insanların olduğu bir filmde, sevginin bu denli arka planda bırakılması ise yönetmenin başarısında saklı kesinlikle. Çünkü karakterleri tek tek incelediğimiz zaman; ilgisizliğin ve sevgisizliğin yıprattığı birçok ruha tanıklık ediyoruz. Alyosha ile başlarsak; annesi ve babası tarafından istenmeyen, varlığına bile tahammül edilemeyen bir çocuk. Bu durum bir zaman sonra öyle bir noktaya geliyor ki, kaybolduğu bile geç farkediliyor, evde olmadığı anlaşılmıyor. Bu noktada eleştirmek istediğim bir durum var. Film aslında Alyosha'nın yaşadığı bu duruma ve sevgisizliğe odaklansa da, Alyosha karakterini çok fazla tanıma fırsatı vermiyor bizlere yönetmen. Okul çıkışında yalnız yürüyüşü ve durup uzunca ağaçlara bakmasından; içinde yaşadığı boşluğu hissetmemizi sağlasa da, açıkçası Alyosha'nın psikolojisine biraz daha inilmesini isterdim. Ama yönetmen daha çok Alyosha'nın kaybının ardında yaşanan aile psikolojisini ve eleştirisini anlatmak istemiş bizlere. Alyosha'nın babası Boris'e baktığımızda ise ailesinde bulamadığı huzuru, başka bir aile kurmaya çalışarak bulmaya çalışıyor. Biri başarısız oldu diye, diğeri olmaz mantığında. Ama sadece aile değişiyor tabi bu noktada. Kendisinin düşüncesi, hayata bakışı ve davranışları sabit kalıyor. Çünkü kendinde bir hata olmadığını sanıyor. Aslında bir ilişkideki en yıkıcı olanı yaşıyor da diyebiliriz. Yeni doğan çocuğuna da karşı olan tahammülsüzlüğü buna çok iyi bir örnek. Yaşadıklarından asla ders çıkarmadığı ve kaybetme korkusunu yaşamayı bile beceremediğinden, yeni bir sevgisiz çocuğun da yetişmesine sebep oluyor. Zhenya'da aynı durumda olan bir karakter. Birbirlerine çok benziyorlar. İki tarafta daima hatayı karşısında arıyor. Devamlı fedakarlıklar istiyorlar fakat kendileri hiçbir şeyden ödün vermiyor. İki bencil karakterin yaşadığı evlilikte ise acısını çeken taraf daima çocuk oluyor. Zhenya annesinden aldığı sevgisizlik mirasının acısını hayatına giren her insan çıkarıyor. Yeni sevgilisinin maddi imkanlarına kendisini kaptırıyor ve sevginin bu olduğunu düşünüyor. Filmin sonlarına doğru gerçeklerin farkına vardığını, değişmeyen hayatını görünce anlıyoruz. Aslında karşısındaki de sevgiye muhtaç bir insan. Yurtdışında olan kızının özlemini yaşayan yalnız bir adam. Buna rağmen yine de sevginin ortak gücünde birleşemiyorlar. Boris'in yeni karısına gelirsek o da sevgiyi sahiplenmek duygusuyla karıştıran genç bir kadın. Annesinin gölgesinde yaptığı evliliğinde tek isteği; çocuğu ve kendisini Boris'in boyunduruğu altında sığınmak istemesi, çünkü sevgiyi bu sanıyor. Film içerisinde herkes sevgiye apayrı anlamlar yüklüyor ama sonucunda kimse gerçek sevgiyi bulamıyor. Belki de bulmak için çabalamıyorlar. Çünkü sadece sevgiyi istemek önemli değil. Sevgiyi bulabilmek için karşılıklı fedakarlıkların yapılmasının yanında karşımızdaki insana verdiğimiz değerden de geçiyor. Sürekli kafamızın içinde karşımızdaki insanı mükemmeleştirmeye çalışmak yerine olduğu gibi kabullenmek, belki de sevginin gerçek anahtarıdır.
Film içerisinde sosyal medya bağımlılığına yapılan atıflar da önemliydi. Özellikle Zhenya'nın hayatının en önemli anlarında bile elinden düşürmediği telefonu buna en iyi örneklerden biri. Bu telefon metaforuyla yönetmen; günümüz ilişkilerine bir gönderme yapmış kesinlikle. Çünkü Zhenya, sevgilisiyle çıktıkları yemekte; masaya gelen yemekleri çekip sosyal medyada paylaşması ve daima yaşadığı hayatı sanki gösteriş yapmak için yaşaması, aslında sevgi sandığı şeyin mutluluğunu diğer insanlara kanıtlama çabası olduğunu farketmemize neden oluyor. Zhenya sevgiyi öğrenmeyerek büyüdüğü için, nasıl sevildiğini ve sevildiğinde nasıl davranması gerektiğini tam olarak dengeleyemeyen bir karakter olarak yansıtılmak istenmiş izleyiciye. Zengin yaşantısının, büyük evlerin veya gösterişli restaurantları "sevgi" olarak görmesi, filmin ilerleyen dakikalarında yaşadığı hayal kırıklığının nedeniydi aslında. Belki de gerçek sevgiyi, oğluyla birlikte yaşayabilmeyi deneseydi hayatları bambaşka bir yöne evrilecekti..Filmin içerisinde sistemsel bir eleştiri daha var. Çocuk kaybolduğunda, polisin çocuğun kaybını çok fazla önemsememesi hatta arama çalışmalarının bile polis tarafından değil de, sivil halkın kendi arasında kurduğu gönüllü bir kuruluşla yapılması filmin dikkat çeken noktalarından biriydi. Ailesi tarafından önemsenmeyen bir çocuğun hikayesinin yanında, toplumun bazı değerleri unutmasını ve adalet sisteminin yaşadığı bozulmayı da gösteriyor yönetmen bizlere.
Loveless, özellikle Alyosha'nın ağlama sahnesiyle birlikte etkilendiğim bir film oldu. Sonu biraz ucu açık bitmiş olsa da, açıkçası beni tatmin eden bir sondu. Çünkü filmin ortasında kendi kendime düşündüm, ben yönetmenin yerinde olsaydım bu filmi nasıl bitirirdim diye. Yönetmen de sanki beni duymuşçasına tam da kafamda oluşturduğum şekilde noktaladı. Filmin en başından beri kayıp olan bir ruhu bulmanın, çok zor olduğunu anlamamak da mümkün değildi açıkçası..Filmin vermek istediği mesajın netliğini de çok sevdim. Sevgisiz büyüyen çocukların, sevgisizliği bir miras gibi hayatları boyunca kalplerinde taşıyacağını anlatıyordu bizlere. Bu onların suçu değildi. Dışarıdan ilgisiz ve soğuk gözüken bu insanların, derinliklerinde göstermeye cesaret bulamadıkları bir sevginin yattığını düşünüyorum. Yönetmen de benim bu düşünceme son sahnesiyle destek oldu adeta. Zhenya'nın koşu bandında koşarken; istediği hayata kavuşmasına rağmen aslında sevmiyormuş gibi gösterdiği oğluna karşı hissettiği vicdan azabını ve ona göstermediği sevginin ağırlığını bir bakışıyla bile anlatmayı başarıyor izleyiciye.. Unutulmanın verdiği hüznü ise Alyosha'nın kayıp ilanının soluşuyla derinden hissediyoruz. İlandaki resmi gibi, solup giden bir çocuğun hüznünü paylaşıyoruz, Loveless ile.. Bir insanın içinde ne kadar nefret büyürse büyüsün, insanlar karşı olan tahammülü ne kadar azalırsa azalsın. Bunun yükümlülüğünü, bu hayata gelirken onayı bile alınmamış bir çocuğa yüklemek oldukça saçma değil mi? Dünya üzerinde var olan her çocuk sevgiyi hak ediyor. Bir çocuk sevgiyle insan olabilmeyi öğrenir, hayata güzel bakabilmeyi, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmeyi.. Hiçbir çocuğun sevgiden mahrum kalmadığı yarınlara..
Hoşça kalın!
Yorum Bırakın