René Descartes 31 Mart 1596’da Fransa’nın kırsal bölgesi Tournaine’deki La Haye şehrinde, toprak sahibi soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Küçük yaşta annesini kaybeder ve kardeşleriyle birlikte anneannesinin yanında büyür. Sonraları dönemin Avrupasının en önemli okullarından La Fléche’deki Cizvit Koleji’nde eğitim alır. Edebiyat ve temel dillerin eğitiminin verildiği bu okulda matematiğe olan ilgisinin temelleri atılır çünkü ona göre öğrendiği diğer hiçbir bilim dalı matematik kadar apaçık ve kesin değildir. Matematik ve mantık dışındaki her şeyden kuşku duyulabilir nitelikte olduğunu fark eder ve kendine başka bir yol çizmeye karar verir.
Fransa’daki Poitiers Üniversitesi’nde hukuk okur. Babası onun da kendisi gibi hukukçu olmasını ister ancak Descartes’ın gönlü bu yönde değildir. Diplomasını aldıktan sonra hem hukuktan hem de Fransa’dan uzaklaşır.Otuz Yıl Savaşları’nın başladığı sırada Hollanda'ya gider ve burada Prens Maurice’in ordusuna gönüllü olarak katılır. Aslında amacıcephede savaşmak değil ordunun imkanlarıyla dünyayı gezmektir. Descartes seyahati eğitimin önemli bir parçası olarak görür çünkü dünya okulundan edinilen bilgiler en az kitap bilgileri kadar önemlidir, tamamlayıcıdır.
Eylül 1619’da Prens Maurice’in ordusundan ayrılır ve Almanya’ya gidip Baverya Dükü Katolik 1. Maximilian’ın ordusuna katılır. Ferdinand’ın Frankfurt’ta düzenlenen taç giyme törenine katılır. Törenden sonra Baverya’daki orduya geri dönerken bastıran kış yüzünden Münih’in kuzeyinde yer alan Neuburg’da konaklamak zorunda kalır. Bu zorunluluk onun zihin dünyasındaki gelişim için bir dönüm noktası olmuştur çünkü kendi düşüncelerine dönme fırsatını bulabilir.
Neuburg’da kaldığı sırada gördüğü üç rüya zihin yolculuğunda ona esin kaynağı olur. Bu rüyalar imgelerle doludur ve o, bu imgeleri inançlarından ve kaygılarından uzaklaşıp açık ve evrensel bir bilginin peşine düşmesi için bir işaret olarak yorumlar.
Uzun yıllar dünya kitabında yolculuklar ve sohbetler yaptıktan sonra Hollanda’ya saf matematik bilgileriyle döner. Bu arada metafizik alanında da araştırmalar yapmaya başlar. "Dünya" isimli bir çalışmasını yazmaya başlar. Bu çalışmanın ilk kitabı ışık üzerine, ikincisi insan psikolojisi, üçücüsü ise insan ruhu ve zihin üzerinedir.
Descartes kendine yaşam yeri olarak Hollanda’yı seçer. Ülkenin dinginliği ve özgürlükçü ortamı ruhunu rahatlatır. Burada yazınsal ve düşünsel olarak en verimli yıllarını geçirir. Aynı zamanda kendisine yöneltilen eleştirilerle de mücadele eder. Bunların en ağırı Cizvitlerden gelir. Bu durum üzerine Prenses Elisabeth’le mektuplaşmalarına önem vermesine neden olur. Mektuplarından anlaşıldığı üzere Elisabeth onun eserlerini ciddiye almaktadır. Bu durumdan duyduğu hoşnutluğu sonraları yayımlayacağı "Felsefenin İlkeleri" kitabını Prenses’e ithaf ederek gösterir. "Dünya" adlı eserinin ilk kitabını tamamlar.
Kopernik’in Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü tezini ortaya attıktan sonra Roma Engizisyonunun hışmına uğradığını görüp Dünya eserini yayımlamaktan vazgeçer. Son eseri olan "Ruh Halleri" Fransızca olarak yayımlanır. Aynı yıl İsveç Kraliçesi Christina Descartes’ı din ve felsefe üzerine tartışmalar yapmak üzere sarayına davet eder. Bu yolculuk Descartes’in son yolculuğu olacaktır. İsveç soğuğuna dayanamaz ve zatürre hastalığına yakalanıp hayatını kaybeder.
Descartes modern felsefenin kurucusu kabul edilir. Onun felsefesi Ortaçağ’daki Skolastik felsefeden oldukça farklıdır. Hatta Descartes felsefesinin Ortaçağ skolastisizminin son bulmasında önemli bir payı olduğu bile söylenebilir. Gelen modern dönem 2 şeyin habercisidir; kilisenin azalan otoritesi ve bilimin yükselen gücü. Yükselen bilim aslında bilinen çoğu şeyin yanlış olduğunu gözler önüne serdi. Bu durum da beraberinde telaş ve hoşnutsuzluk getirdi. Şimdi bildiğiniz her şeyin yanlış olduğunu öğrendiğinizi düşünün. Sizin de huzurunuz kaçmaz mıydı?
Descartes felsefeyi tanımlamak için şu ifadeyi kullanmıştır;”Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve gövdesinden çıkan dalları da diğer bilim dalları olan bir ağacın bütünü gibidir felsefe.” Onun felsefesinde metafiziğin fizikten daha büyük bir yeri vardır çünkü bilim şüpheci sorular sormaz. Bilim ön kabuller üzerine kuruludur. Metafizik bu yönden fizikten daha kökenseldir.
Diğer birçok filozof gibi Descartes da sorular sormaktan hoşlanırdı. Hiç şüphesiz hayat her şeyi sorgulayarak geçmezdi. Çoğu zaman hiçbir şeye güvenmeden yaşamak zor olmalıydı. Descartes’a göre hayatında bir kez bile olsa, ne olursa olsun, doğruluğundan emin olduğu bir şeyi bulmak bunca sıkıntıya değerdi. Gerçek bilgiye ulaşmak için geliştirdiği yöntem Kartezyen şüphecilik olarak bilinir. Bu yöntem şöyleydi: En küçük doğru olmama olasılığı olan hiçbir şeyi doğru kabul etmeyin. Bir çuval elma düşünün. İçlerinden bazılarının çürük olduğunu biliyorsunuz. Eğer bunları çıkarmazsanız kalan bütün elmalar çürüyecek. Peki çürükleri nasıl ayıklayacaksınız? Bunun için öncelikle bütün elmaları boşaltırsınız. Daha sonra sadece sağlam olduklarından emin olduğunuz elmaları çuvala geri koyarsınız. Bu sırada birkaç sağlam elmayı fark etmeden çöpe atabilirsiniz ancak sonuçta çuvaldaki elmaların hepsinin sağlam olduğundan emin olursunuz. Bu konuyla ilgili Descartes’a birçok eleştiri yöneltilmiştir. Sonuçta özet olarak onun söylediği şey bildiğiniz yanlış bir şey varsa bütün bilgilerinizden vazgeçmenizdir. Ancak onun asıl kast ettiği temel, doğruluğundan emin olduğunuz prensiplere bağlı kalkmaktır. Bu prensiplerden hareketle daha birçok bilginin doğruluğuna ulaşabilirsiniz.
Onun bulmak istediği doğruluğundan kesinlikle emin olabileceği bir şeydi. Descartes şüpheci bir tavır takınmak istiyordu. Onun şüpheciliği Pyyrhon’un şüpheciliğinden farklıydı. Pyyrhon hiçbir şeyin gerçek olmadığını savunuyordu. Descartes ise bazı inançların şüphecilikten etkilenmediğini ispatlamak istiyordu.
Kesinlik arayışına duyularla başladı. Duyularımıza tam olarak güvenebilir miyiz? Suyun içindeki çubuk örneğini düşünün. Duyularımıza güvenirsek çubuğun kırıldığını iddia edebiliriz. Bu küçük örnekten de anlaşıldığı üzere çoğu duyularımız bizi bazı durumlarda yanıltabilir. Descartes’a göre sizi daha önce yanıltan bir şeye güvenmeniz doğru değildir. Bu yüzden duyuların tamamen güvenilir olduğu kabul edilemez. Peki bu düşünce onu nereye götürür?
Şuan ben bu yazıyı okuyorsunuz. Ya da okuyor musunuz? Bundan emin olabilir misiniz? Bir rüyada olabilir misiniz? Rüyada olmadığınızı nasıl kanıtlarsınız? Kendinize çimdik mi atarsınız? Peki bir rüyada kendinize çimdik atmadığınızı nasıl ispatlarsınız? Ona göre şuan bu yazıyı okurken uyanık olduğunuzu reddetmelisiniz çünkü kesin değildir. Kuşku duymadığımız tek şey kuşku duyuşumuzdur. Bu da düşünmenin kendisidir.
Bu koca dünyayı bize yanlış gösteren nedir? Bu tanrı olamaz çünkü tanrı mutlak iyidir. Tanrı bu kadar iyiyse bizi kandıramaz. O zaman bize varlıkları olduklarından farklı gösteren bir cin vardır! İşte bu düşünce Descartes’ın o ünlü sözünü ortaya çıkarır. Sonuçta ortada bir cin varsa o cinin kandırdığı bir şey olmalıdır. Bir düşünceye sahip olduğu sürece var olmalıydı. Var olmasaydı bir cin onun var olmasını düşünmesini sağlayamazdı. Var olmayan bir şey düşüncelere sahip olamazdı. Düşünüyordu, öyleyse vardı.
Descartes için kendi varoluşundan emin olmak çok önemliydi. Bu sayede Pyyrhoncu Şüphecilerin her şeyden şüphe etmek konusunda yanıldıklarını anladı. Bu kartezyen dualizm (ikicilik) olarak bilinen şeyin başlangıcı oldu. Descartes zihnimizin bedenimizden ayrı olduğunu ama birbirleri ile etkileştiklerini savunuyordu. Dualizmdi çünkü zihin ve beden iki ayrı kavramdı. İkisinin nasıl etkileşim halinde olacağı hakkında kendisine yöneltilen eleştirileri şöyle açıklayabiliriz. Elimizde iki farklı saat var. Birbirlerinden birçok yönden farklılar ancak bunları yönlendiren mutlak güç (tanrı) sayesinde hep uyumlu çalışıyorlar. Modern bilimle de aslında bu fikirle bağlantılı bulgulara ulaşılmıştır. Mesela elimize iğne battığında acıyı zihnimizde hissederiz. Bedenimizle zihnimiz bu şekilde koordine çalışırlar.
Descartes bedeninin var olmadığını düşünebiliyordu ancak zihninin olmamasını hayal edemiyordu. Bu düşüncesi de semavi dinlerdeki bedenin ölümlülüğü zihnin ölümsüzlüğü inancıyla yakınlık gösteriyordu. Bir zihne sahip olmadığını düşünüyor olsa bile bu da zihninin olduğunu kanıtlardı.
Düşünüyor olduğu sürece var olduğunu kanıtlamak şüpheciliği tamamen çürütmezdi. Descartes’ın başka kesinliklere ihtiyacı vardı. Bu yüzden iyi bir tanrının zorunluluğunu kanıtlamaya çalıştı. Bunun için önemli Ortaçağ filozoflarından Aziz Anselmus’un Ontolojik Argümanından yararlandı. Bu sayede kendini tanrının varlığını kanıtladığına ikna etti. Bu argüman iki maddeden oluşuyordu. Tanrı iyi ve var olmasaydı mükemmel olamazdı. Zihnimizdeki tanrı fikri olduğuna göre tanrı vardır. Tanrı olmasaydı tanrı fikri olmazdı. Ve Descartes argümana şu maddeyi ekledi. İyi bir tanrı, en temel meselelerde insanları yanıltıyor olamaz. Descartes buradan dünyanın varlığına ve algıladığımız şeyler hakkında bazen yanılsak da aşağı yukarı göründükleri gibi olduklarına kanaat getirdi.
(Aziz Anselmus)
Descartes ünlü septiklerden biriydi. Hala kendisi hakkında filozof değildi, matematikçiydi gibi eleştiriler yapılmaktadır. Aynı zamanda onun hakkında eleştirilen bir şey de tanrının varlığını Ortaçağ felsefesinden yararlanarak kanıtlamasıydı. Burada yorumu size bırakıyorum. Ne olursa olsun Descartes felsefe tarihi açısından oldukça önemli bir düşünürdür. Onun düşüncelerini daha ayrıntılı öğrenmek isterseniz de "Meditasyonlar" kitabına bir göz atmanızı öneriririm.
Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
(Meditasyonlar)
Kaynakça;
WARBURTON, Nigel, Felsefenin Kısa Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011.
Yorum Bırakın