Aşk nedir? Evet, böyle birden sorunca verdiği etki farklı oluyor, biliyorum. Ama gerçekten tam anlamıyla kafamızda oturtmaya çalıştığımız o "aşk" kavramını merak ediyorum. Aşk; fiziksel bir süreç midir yoksa yaşadığımız ruhsal bir bunalım mı? Ya da alakası bile olmadan yıllarca romantizmin kölesi haline getirdiğimiz, kan pompalayan organımız kalbin bize tatlı bir oyunu mudur? Düşündükçe insanın kafasının içinde daha da çok soru işareti belirmeye başlıyor. Hissettiğimiz en ufak hisse bile anında "aşk damgası" vurmaktan asla kaçınmıyoruz. Neden yaşadığımız ve hissettiğimiz her hissi bu kadar hızlı harcamaya ve bir isim boyunduruğu altına sokmaya bu kadar meraklıyız ki? Bugün sizlerle aşk ve psikolojinin oldukça kafa karıştıran ve ahlak kavramını sorgulatan bir harmanını konuşmak istiyorum; Jules et Jim.
Jules et Jim; aslında klasikler arasına girmiş, 1962 yapımı bir Fransız filmi. Eminim ki, hayatınızın herhangi bir köşesinde bu filmle alakalı bir replik veya bir sahneyle karşılaşmışsınızdır. Filmin yönetmen koltuğunda François Truffaut oturuyor ve aynı zamanda bir roman uyarlaması olarak da karşımıza çıkıyor. Filmin genel itibariyle türüne bakıldığında romantik olarak lanse ediliyor. Fakat şahsen, ben bu analize katılmıyorum. Çünkü izlemiş olduğum bu filmin en ufak romantiklik ve aşkla bağlantısı olduğunu düşünmüyorum. Dram olabilirdi belki ama kesinlikle romantik değil. Bana sorarsanız; psikolojik hatta gerilim denebilecek kadar rahatsız edici hisler uyandıran bir film oldu benim için. Konusuna geldiğimizde bizleri aslında büyük bir kafa karışıklığı karşılıyor, her bir dakikasında. Aşk uğruna yapılan her fedakarlık, onun yoluna mübah mıdır? Evet, bu soruyla her şeye başlayabiliriz kesinlikle. Aşk uğruna, kendilerinden vazgeçecek; gururlarını bir kenara atacak kadar her şeyi mübah gören üç arkadaşın hikayesini izliyoruz diyebiliriz. Bu üç arkadaşın hayatına odaklanarak başlıyoruz ve başlangıçta her şey oldukça huzur verici ve yüzde tebessüm bırakan cinsten. Ama ilerleyen dakikalarda bu huzurun tamamen kaybolması; hislerde yaşanılan masumluğun yok olması ve gittikçe psikolojilerini kaybeden üç insanın hayatında buluyoruz bir anda kendimizi. Ruhsal ve zihinsel dönüşümlerin oldukça çarpıcı bir şekilde, adeta bir tahlil niteliğinde izleyiciye sunan Jules et Jim; oldukça akılda kalıcı ve çarpıcı olan bir sonla da izleyiciye veda etmeyi başarıyor.
Filmin siyah/beyaz olmasının verdiği kasvetli atmosfer de eklenince, yaşanılan psikolojik sürece daha fazla yakınlaşıyoruz ve kendimizi bir sorgulama ekseninde buluyoruz diyebilirim. Karakterlere indiğimizde; bizleri ilk karşılayan Jules ve Jim'in arkadaşlığı oluyor. Yönetmen izleyiciye öncelikle bu arkadaşlığın sağlamlığını ve naifliğini ince ince işliyor adeta. Bu dostluğa ısınarak ve güvenerek başlıyoruz yolculuğumuza. Bu sıradan hayatlarını bambaşka bir yöne çevirecek olan Catherine dahil oluyor. Ve bu süreçten sonra da; hayatlarına giren bu yeni insanın, iki arkadaşın kaderine verdiği yönün yanı sıra, zihinlerinde yarattığı karanlık boşluğa odaklanmamızı sağlıyor yönetmen Truffaut. Hatta hayatı etkilenen bir kişinin varlığını da unutmamak gerekiyor; Albert. Albert, Jim ve Jules öncesinden de arkadaşlar. Aslında onların arkadaşlıklarını, Albert'in bu iki arkadaşa gösterdiği heykel fotoğraflarıyla tanık oluyoruz. Bir kadın heykelinin fotoğrafları. Ve bu kadın heykelinin yüzündeki gülümsemenin hissettirdiği tehditkarlığın ve keskin bakışlarının ardındaki güvensizliği hissetmemiz isteniyor adeta. Sanki filmin ilerleyen dakikalarına yönelik bir ipucu verilmek istenircesine. Adeta fotoğraflarına bile büyüleniyorlar. Daha sonra Jules ve Jim canlı bir şekilde görme fırsatı oluyor heykeli. Cansız bir varlığa duyulacak nadir hisleri hissetmeye başlıyorlar, ikisi de aynı anda. Ve aslında kader ve gönül ortaklığı olan bu yolculukları da başlıyor. Çünkü kader onları öyle bir ağa sarmalıyor ki; karşılarına kadın heykelin yüzünü ödünç almışçasına ifadelere sahip olan Catherine çıkıyor. Yönetmenin heykel üzerinden vermek istediği bu mesaja adeta bayıldım. Film boyunca bu heykelin izlerini hissediyoruz, tekrar tekrar hatırlatıyor adeta izleyiciye. Catherine karakteri sadece yüzünü değil, cazibesini de alıyor heykelin. Herkesin ona hayran olduğu ve istediği herkes tarafından sevilmeyi başaran bir karakter. Adeta bir kraliçe. Filmin içinde bir diyalogda zaten Jules bunu açıkça söylüyor: "O bir kraliçe.." Hem de öyle bir kraliçe oluveriyor ki hayatlarına, elinde kılıcıyla, herkesin hayatına hüküm sürme hakkını kendinde bulan bir kraliçe.
Catherine kendini kraliçeden ziyade adeta bir tanrıça olarak görüyor. Hayatına giren insanların kaderiyle oynayan bir tanrı rolünde adeta. Psikolojik olarak durumu ele alırsak; narsist bir kişiliğe sahip. Açık konuşmam gerekirse, kendisi sinema tarihindeki en antipatik kadın karakterlerden biri benim için. Çünkü kendisinin hayata bakış açısını, dengesini tutturamadığı seçimleri, insanlarla bir piyon gibi oynaması ve daima bencil oluşunu izlerken oldukça rahatsız oldum diyebilirim. Kendi isteği doğrultusunda insanların hayatlarını karartabilme gücünü kendinde bulan, kendi hatalarını asla kabul etmeyen oldukça zor bir insan. Evet, kendisinden oldukça nefretle bahsediyormuş gibi gözüküyor olabilirim. Ama filmin her sahnesinde kendisine oldukça şans vermeye çalıştım ve empati kurmak istedim. Fakat yönetmen Catherine'yi bizlere öyle bir yansıtmayı başarıyor ki, elde tutulacak bir sebep bırakmıyor sevebilmek için. Ama şöyle bir durum var ki yaşanan hiçbir şey tek taraflı değil. Jim ve Jules karakterleri ise bizleri başka hayal kırıklıkları ile karşılıyor. Yönetmen hiçbir karakteri sevmeyelim diye uğraştığını düşünmeye başlıyorum açıkçası. Çünkü bu ikilinin de takıntı derecesine getirdiği ve adı aşktan çıkan bir hastalığa tutuşmalarının yanı sıra; filmin odağında olan "sadakatsizlik" kurgusu ise izleyiciyi oldukça rahatsız etmeyi başarıyor. Birbirlerine karşı dürüst olmayışları, kendi iyilikleri için devamlı karşı tarafın duygularıyla oynamaları ve aslında ikilinin arasında yaşanan arkadaşlığın toksik bir duruma dönüşmesiyle de, Jules ve Jim karakterlerine de karşı sempati beslemek imkansız hale geliyor. Yönetmen Truffaut; bizleri aşktan ve ilişkilerden soğutmaya adeta ant içiyor bu filmde.
Karakterlerin karşılıklı olarak birbirlerini aldatmalarının yanında, hayatlarına giren diğer insanları da aldatmaları, yaşadıkları güvensizlik hissi ve yalanlarıyla birlikte sadakatsizlik ve ihaneti buram buram hissettiğimiz bir film oluyor Jules et Jim. Ama karakterlerin bu yaşananlara verdikleri mantık dışı tepkiler ise izleyiciyi adeta çıldırtıyor desem yanılmış olmam. Jim'in daha çok şehvet duygularıyla yaklaştığı bu aşktan daha sonra vazgeçme eşiğini ve bir nebze de bu hastalıktan kurtulduğuna tanık olsak da, ruhunu tamamiyle teslim eden ve hayatına bir pranga gibi taktığı bu aşktan kurtulamayan Jules karakterini gördüğümüzde ise, ister istemez bazı şeyleri sorgulatmaya başlıyor izleyiciye. "Aşk" denilen bu hastalığı neden bu kadar çok hayatımıza müdahale etmesine izin veririz ki? Hayatımız hatta mantığımızı elimizden alan bu duyguya; niye devamlı romantik anlamlar yükleyip, masumlaştırmaya ve hayallerin kahramanı olmaya aşılarız ki? Jules et Jim, bu sorgulamayı oldukça sert bir şekilde yüzümüze vurmayı başarıyor ki, aşkın peri masalı olan büyüsünü keskin bir dille bozmayı başarıyor.
Aşkın prangalarından kurtularak özgürleşmenin verdiği rahatlama hissini de, Jules'in son sahnede yaşadığı o durgunlukla hissediyoruz. Mantığını yavaş yavaş geri kazanmasıyla birlikte, yaşadıklarını kabullenme sürecine tanık oluyoruz. Yaşadıkları her şeyin kendi seçimleri doğrultusunda olduğunu, bu üç arkadaşın artık toksikleşen ilişkilerine zemin hazırlıyor. Olayın psikolojik etkisine biraz daha baktığımızda; Jim ve Jules'in I.Dünya Savaşı'na katılmaları ve karşılıklı cephelerde birbirlerini öldürme korkusuyla yaşadıkları bu savaş deneyimi aslında yaşadıklarının üzerinde büyük bir katkısını barındırıyor. Hayatları boyunca hiç bitmeyen savaşlarda karşı cephelerde savaşıp duruyorlar; bazen vatanları için bazen de sevdikleri kadın Catherine için. Fiziksel yaşadıkları savaşları, ruhsal olarak yaşadıkları savaşlarını tamamlıyor ve onların zihinlerinin derinliklerinde oldukça derin bir travma bırakıyor. Bu travmanın etkisinden haberleri olmadan yaptıkları mantık dışı seçimler ise geri dönüşü olmayan bir uçuruma sürüklüyor onları.
Filmin her bir dakikasında, aklımın içinde bir sorgulamalar savaşı yaşattım bile diyebilirim. Takıntı derecesine getirdiğimiz bu hissin aslında sevgiyle bir alakası olmadığıyla birlikte alışkanlıktan da öte, ruhsal bir çözümlenmemiş düğümü hissettirircesine aşka olan güvenimi ve umudumu da sorguladım. Yaşanılan travmaların ve hayatımıza dahil ettiğimiz insanların, hayatlarımızı yargılama ve değiştirme hükmünü kendilerinde hissetmeleri oldukça bencil ve yaralayıcı bir durum. Bu yaşanılan psikolojik şiddetin farkına varmak, hatta şiddet olduğunu bile hissetmemek ise karşımızdaki insanın; hayatımız boyunca ona bağımlı olunması ve onsuz nefes dahi alınamayacağı düşüncesini bir şekilde insanın ruhuna ve aklına kazıması. Sevgi veya aşk adı altında ruhun bu teslimiyeti, aklın daima hislerin geride kalması düşüncesi beni hayatım boyunca rahatsız etmiştir. Elbette hayatımıza güzel duygulara yer vermeliyiz. Ama bunun gerçek olduğundan emin olduğumuz ve hissettirdiği şeyin tutsaklık değil de mutluluk olduğundan emin olduğumuz; aşk, sevgi ve daha nicesine. Ama bu hisleri yaşarken mantığı tamamen devre dışı bırakmak, hayatımızı bir uçuruma sürüklemekten farksız olacaktır. Bir insana koşulsuz şartsız güvenip, onun sevgisini kazanmak için kendimizden ödün vermektense; aynaya baktığımız zaman gördüğümüz yansımamıza sonsuz güvenip ve onu koşulsuz sevmenin daha mühim olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendimizden mahrum bıraktığımız sevgiyi, başkalarına koşulsuz bir şekilde gösterirsek; "Aşk" veya hangi sıfatın altında masumlaştırılmaya çalışılan duyguların esiri olmaktan kurtulamayız.
Hoşça kalın!
Yorum Bırakın