Eşitliğin Ve Özgürlüğün Aranışı; I Am Not A Witch

Eşitliğin Ve Özgürlüğün Aranışı; I Am Not A Witch
  • 4
    0
    2
    0
  • Eşitsizlik bir nesne veya durumla özleştirilse, ne olurdu? Yıkılmış bir enkazın taş parçaları, belki de bir pranga. Ya da her ikisi de; enkazın altında kalmış ve prangalara bağlanmış özgür bir ruh. Eşitsizliğin tanımı gibi oldu adeta; kısıtlanmış bir özgürlük, adaletten ve haklardan mahrum bırakılan bir hayat... Her geçen gün eşitsizliğin omuzlarımıza yüklediği bu yükü daha da çok hissetmeye başladık sanki. Dünya öyle bir noktaya evrilmeye başlıyor ki; bir şeylerin düzelmesini beklerken, daha da çok karanlığa sürükleniyoruz gibi hissettiriyor her şey. Irkçılık, cinsiyet eşitsizlikleri ve daha nicesi. Elimizde olmadan, seçimi bize bırakılmayan konularda yargılanmanın verdiği mantıksızlığın ve hissedilen haksızlığın gölgesinde, gerçekçiliğiyle göz dolduran bir film hakkında konuşmak istiyorum bugün; I Am Not a Witch.

    2017 yapımı, yönetmen Rungano Nyoni'nin ilk uzun metrajlı filmi olan I Am Not a Witch; eşitsizliği, adalet kavramını ve ataerkil düzeni sorgulayan oldukça gerçekçi bir film. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, bunu asla hissettirmeden oldukça başarılı bir iş çıkartmış ortaya. Kullandığı metaforlar üzerinden, yaşadığımız acımasız dünyanın bir tasvirini sunmayı başarmış izleyiciye. Gelenekleriyle yaşayan küçük bir köyün içinde buluyoruz ilk önce kendimizi. Bu köyde küçük bir kız, cadı olarak ilan ediliyor ve cadıların yaşadığı bir kampa sürgün ediliyor. Konu genel itibariyle; bu küçük kız olan Shula'nın yaşadıkları, yaşamaya zorunlu kılınan hayatı ve elinden alınan özgürlüğü çerçevesinde ilerliyor. Film içinde kullanılan her bir bölge, nesne, hitap şekli ve daha fazlası; aslında izleyiciye aktarılmaya çalışılan eşitsizliğin birer metaforu olarak kullanılmış. Örneğin; cadılar kampı denilen yeri kadınların özgürlüklerinin elinden alındığı, onların iş gücünün sömürüldüğü ve kendileri hakkında olan kararları bile veremediği bir topluluk olarak görüyoruz. Burada yönetmenin bizlere; ataerkil düzenin kadınlara yarattığı dünyayı yansıtmaya çalışmış diyebiliriz. Kampta yaşayan kadınların, sırtlarına takılan beyaz kurdeleyse, ataerkil düzenin kendisini temsil ediyor. Bağlanılan bu kurdeleyle gidecekleri yerler sınırlandırılıyor, adeta hapishane ortamı yaşatılıyor. Belli zaman aralıklarıyla gelip, daha uzun kurdeleler ile değiştirilip; onlara bir ayrıcalık veriliyormuş gibi gösteriliyor. Tamamen özgür olmak zaten onların bir hakkı değilmişcesine, onlara bir ödül gibi sunuluyor. Zaman geçtikçe de burada yaşayan kadınların bu duruma kendilerini alıştırmaya başladıklarına tanık oluyoruz. Yarım kalan özgürlüklerini arttırmaya çalışıyormuş gibi gösteren bu adaletsiz sistem, durumu kendi elinde bir koz olarak kullanmaya çalışıyor.

    Oysa özgürlük denilen şey; doğduğumuz ilk andan itibaren bizlere verilen bir hak değil midir? Yaşamak, yeme/içme veya barınma gibi. Bir insanın özgürlüğünü; kendi çıkarlarını üst seviyede tutmak için sınırlamak, yaşanabilecek en büyük insan hakkı ihlallerinden biridir kesinlikle. Sırtlarına bağlanan bu kurdeleler ve belli kurallar çerçevesinde yaşanmaya zorlanılan bu hayatlar, her ne kadar rahatsız edici olsa da, maalesef kulağa tanıdık geliyor. Sırtımızda beyaz bir şekilde parlayan net bir kurdele olmasa da, fakat yaşattığı hissi aynı olan görünmez bir kurdeleyle başlıyoruz hayata. Dünyaya gözünü açan her kadının, son nefesine kadar ruhunda taşıdığı bir kurdele, adeta pranga işlevinde. Bu düzenin yaşayan her bir kadının özgürlüğüne sınır getirmeye çalışması, onların üzerinde kararlar vermeyi kendinde hak görmesi ve kendi çıkarlarını ön plana koyarak yapılan her bir eylemin temsilini sunuyor bizlere. Düzenin ve bu düzenden memnun olan her insanın; kendilerinin artan özgürlük alanlarının yanı sıra; kadınların yaşama hakkı dahil olmak üzere birçok hakkının elinden alınması ve bunun gayet normal bir durummuş gibi lanse edilmesinin, en gerçekçi özetini sunuyor beyaz perdeye yönetmen Nyoni. Ruhumuza takılan bu "beyaz prangaların" inadına; eşitlik için sonuna kadar mücadele etmemiz gerektiğini hatırlatırcasına.

    Ne kadar özgür ruhlu olursak olalım, hedeflerimizin peşinden koşarken o kurdelenin var olduğu gerçeğiyle elbet bir şekilde karşılaşmak zorunda kalıyoruz. Kariyer yolunda ilerlerken karşılaştığımız ön yargıların bunun en bilinen örneklerinden biri. Cinsiyetimizden ötürü yapamayacağımız düşünülen meslekler, elde etmek için yetersiz olduğumuz düşünülen üst düzey makamlar ve daha fazlası. Akıl, yetenek ve meslek becerisinin biyolojik bir özellik öne sürülerek, bir insanın önüne engel koyulmasının en ufak bir mantığı olmadığı; bunun açıklanmaya çalışılsa bile anlamayacak olan ve karşısına mantıksız gerekçeler sunacak insanlarla çevrili etrafımız. Kendi seçimimiz dışında gerçekleşen bir durum neticesinde yargılanmak, oldukça gurur kırıcı bir durum. Aynı durumu ırkçılıkta da yaşıyoruz; aynı zihniyete sahip olan insanların yarattığı sistemin ürünleri ikisi de. Bir insanın yaptığı hatalarla, kendi seçimi doğrultusunda etkilediği durumlarla yargılanması gerekiyorken, seçemediği bir durumun gölgesinde yargılanarak elinden alınan her bir hak, adaletsizliğin en belirgin göstergesi değil de nedir?

    Cadı kampına sürgün edilen Shula, bu anlattıklarımın vücut bulmuş halini yansıtıyor. Sırtına takılan kurdeleye rağmen koşmaya çalışıyor ama sonunda tökezliyor ve düşüyor; umutlarla kurduğumuz her hayalin yıkılışını izlerken yaşadığımız o çaresizliği hatırlatırcasına. Üzülmemesi gerektiği söyleniyor kamptaki kadınlar tarafından; hatta yaşlı bir kadın ona şanslı olduğunu söylüyor. Kendi zamanında ona takılan kurdelenin kısalığını hatırlatarak. Bu yaşananlar aklıma; eşitliği savunurmuş gibi gözüken insanların, aslında bu konuda hiçbir adım atmayarak, yalandan yüzlerine geçirdikleri "eşitlik savunucusu" maskesi ardında var olan durumdan oldukça memnun olduklarını, getiriyor. Sözde yaptıkları bu eşitlik gösterisinin aslında ataerkil düzenin içinde kurdelemizin boyunu uzatmaktan başka bir şey olmadığını anlıyoruz yaşadıkça. Kendilerine zarar gelmeyecek şekilde özgürlük alanımız genişletiliyor sadece. Acı ve gerçek fakat insanlığın gelmiş olduğu bu noktanın kısa bir özetini sunuyor bizlere I Am Not a Witch. Yönetmen Nyoni en acısını hatırlatıyor bizlere. Tıpkı Shula gibi bir süre sonra bu hayata nasıl ayak uydurmaya başladığımızı. Olanı kabullenmeye ve bizlere yüklenen "rolleri", bizlere biçilen bu dünyada oynamaya çalışmamız. Shula da bir cadı olmamasına rağmen bir süre sonra kendini cadı olarak görmeye başlıyor; kamptaki diğer kadınlar da aynı şekilde. Sistemin yanlışlığı adeta onların omuzlarına yükleniyor, hayatlarının her dakikasında, aynaya baktıkları her anda bunu hatırlatırcasına.

    Shula'nın bu kampa gönderilmesi, ona atılan iftiralar sonucu gerçekleşiyor. İnsanlar kurulan bir mahkemede; onun cadı olduğunu ve köye huzursuzluk getirdiğini söylüyorlar. Ellerinde hiçbir kanıt olmadan, sadece söylemleriyle yargıya varıyorlar. Hatta bir adam onu rüyasında cadı olarak gördüğü için bile suçlayabiliyor. Tüm bunlara rağmen Shula suçlu sayılıyor. Gururu hiçe sayılarak, sırf kadın olduğu için başına gelen durumu hak ettiğini savunan ve o kadının üstüne ithamlar atan insanları hatırlatıyorlar bana. Bir kadın öldürüldüğünde; onun alınan hayatı ve o hayatı alanın kimin olduğu değil de, hangi saatte orada olduğu veya ne giydiğini önemseyen insanları da. Tek "suçunun" bir adamın hayali olduğu için taciz edilen ve canına kıyılan kadınlar ve onlara atılan iftiralar geliyor aklıma. Ya da sırf bir erkeğin hayali olmasın diye; hayal kurabilen erkek özgürken, hiçbir suçu olmadan evlere kapatılan, özgürlükleri elinden alınan hatta eğitimi engellenen kadınları da unutmuyorum asla. Shula'nın yaşadıklarından sonra, kamptaki diğer kadınların da iftira sonucu buraya sürgün edildiklerini öğreniyoruz. İşte o zaman, hatırladıklarımızla da, savunma hakkı verilmeden ve kendilerini ifade bile edemen ellerinden alınan hayatlarını, çalınan hayallerini iliklerimize kadar hissediyoruz.

    Filmde, Mr. Banda karakteriyle anlatılmak isteniyor, bu adaletsiz sistem. Shula nasıl ki kurbanları temsil ediyorsa, Mr. Banda da adete sistemin vücut bulmuş hali olarak çıkıyor karşımıza. Kampta yaşayan kadınları yönetiyor ve onları çıkarları için kullanmaktan hiç gocunmuyor. Shula'nın da bir süre sonra artan ününü de, onun bir çocuk olduğunu umursamadan kullanması ise çocuk istismarlarına yapılan bir gönderme olarak anlayabiliriz. Çıktıkları televizyon programında, Shula'nın gözlerinden akan yaşlarsa bunu kanıtlar nitelikte adeta. Aynı zamanda televizyon programı örneğinde; sosyal medya ve diğer medya araçlarında sömürülen çocuklara da bir gönderme yapılmakta. Bunun dışında Mr. Banda'nın eşinin yaşadığı durumun da altını çizmek istiyorum. Kendisinin de daha önceden bir cadı olduğunu anlatıyor Shula'ya. Ama Mr. Banda ile evlendikten sonra saygınlığa ve özgürlüğe kavuştuğunu söylüyor. Ama diğer bir sahnede, yalnız dışarı çıktığında hala kurdelenin sırtında olduğunu görüyoruz. Büyük bir gururla gösterdiği, özgürlük sembolü sandığı alyansının başka bir pranga olduğunu kabullenmek istemiyor. Aslında gerçekte yaşadığımız bir durumu daha sunuyor burada yönetmen bizlere. Kadınların sadece evlilikle statü atlayabileceği ve evliliğin bir başarı sayıldığı her topluma gönderme yapıyor. Bir kadının evlenmek istememesinin bir hakkı olduğunun kabul edilmediği, "evde kalmış" tabiri ile aşağılandığı ve anne olmak istememenin de bir hak olmasına rağmen; anne olmayan kadınların "yarım" sayıldığı inancının yer edindiği her kültüre ve haksızlığa savaş açıyor adeta.

    Filmin değinmek istediği bir diğer konu ise; eğitim. Eğitim görmesi engellenen kız çocuklarını da temsil ediyor Shula. Kamptaki kadınların çalıştırıldığı tarlanın yakınlarında bulunan bir okulun sesini dinliyor mutlulukla. Neden her çocuğun orada olmasına rağmen, kendisinin burada olmak zorunda olduğunu sorguluyor kendi içinde, küçücük kalbiyle. Onun o küçücük kalbiyle sorguladığını, sorgulayamayan hatta görmezden gelen acımasız insanlar inadına da sorguluyor adeta. Yaşanan bu adaletsizliğin sebebini de gösteriyor bizlere I Am Not a Witch. İlerleyen sahnelerde, kanunların zoruyla okula başlıyor Shula; büyük mutluluk ve hayallerle. Fakat bölgenin "kraliçesi" olarak tasvir edilen kişi bunu engellemeye çalışıyor. Kraliçe karakteri aslında geleneklerin bir temsilini yansıtıyor bizlere. Geleneklerin kanundan önemli olduğunu söylerek Shula'nın okuldan alınmasını istiyor. Daha sonra Shula, sırtındaki kurdeleyle sürüklenerek okuldan da, hayallerinden de çekilip alınıyor. Dünyanın her bir alanında, eğitim alamayan kız çocuklarının bir örneğini yansıtıyor bizlere. Toplumların kabul ettikleri dinleri ve kültürel davranışları öne sürülerek; hayatları, özgürlükleri ve hayalleri elinden alınan kız çocuklarının ruhunu temsil ediyor Shula.

    Ataerkil sistem eleştirisinin yanında birçok ayrıntıya daha yer veriyor I Am Not a Witch. Shula'nın yağmur yağması için dua dansına zorlanması dinlere yapılan bir göndermeyi temsil ediyor örneğin. Ya da kadınların turist çekmek için bir eşya gibi kullanılması ve diğer ülkelerden gelen turistlerin kadınların ne hissettiğini sorgulamadan çektiği her bir fotoğraf ise ırkçılığı yansıtıyor. Özellikle turistlerin beyaz insanlardan oluşması, bu göndermeyi kanıtlar nitelikte. Yani kısacası; bir filmden öte, insanlığın geldiği bu halin belgeselini çekmek istemiş bizlere yönetmen Nyoni. Adaletsizliğin ve eşitsizliğin her yüzünü, yaşatmak istercesine.     

    Sadece insan olduğumuzu hatırladığımız bir dünyaya uyansak; her şey rayına oturacakmış gibi hissediyorum. Bizlere sorulmadan üstümüze yüklenen bu rollerden arındığımız bir dünya..Kadın ve erkek hakları diye ayırmadan, sadece "insan haklarını" konuşabildiğimiz bir dünya. Kulağa oldukça ütopik geliyor, biliyorum. Fakat çözümü o kadar kolay ki; sadece "eşitlik". Yaşamanın, özgürlüğün, istediğimiz hayatı seçmenin, istediğimiz eğitimi almanın ve hayallerimizdeki mesleği yapmanın, güçlü olmanın hatta ağlamanın bile "eşit" birer hak olduğunu anlayabildiğimiz zaman, her şeyin değişeceğini düşünüyorum. Toplumların yarattığı "toplumsal cinsiyet" rollerinin bu ağır yükü sadece kadınların değil, erkeklerin de hayatlarını, özgür düşüncelerini ve ruhsal sağlıklarını derinden etkileyen bir durum. Bu yüklerden kurtulmanın, yalnız tek bir tarafın verdiği mücadeleyle gerçekleşmeyeceği de bir gerçek. İşte bu yüzden söz konusu eşitlikse; mücadele de eşit olmalı. Nefretle değil de; sevgiyle ve umutla olmalı. Eşit bir dünyaya uyanmak hayal değil; yeter ki bazı şeyleri değiştirebilme inancını kendimizde bulalım.

    Hoşça kalın!


    Yorumlar (2)
    • harika bir yazı olmuş :) ne yazıkki yazılanların hepsine katılıyorum. Eşitlik, uygulanması çok kolay ve insanların neden bu kadar abarttığına anlam veremediğim bir şey. kültür ve insan algısı, çok zorlaştırıyor eşit bir dünyayı. Basit ve mantıklı şeyleri ne kadar da zorlaştırıyoruz

      • harika bir yazı olmuş :) ne yazıkki yazılanların hepsine katılıyorum. Eşitlik, uygulanması çok kolay ve insanların neden bu kadar abarttığına anlam veremediğim bir şey. kültür ve insan algısı, çok zorlaştırıyor eşit bir dünyayı. Basit ve mantıklı şeyleri ne kadar da zorlaştırıyoruz

        Yorum Bırakın

        Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.