Simone de Beauvoir belki de kadınlık tarihinin en güçlü isimlerinden. Nisan 1986’da öldüğünde ardında kadın hareketi adına büyük bir miras bıraktı. Cenazesine katılan 5bin kişi onu uğurlarken artık unutulmazlar arasına girdiğinin herkes farkındaydı. İkinci cins kitabının yazarı Simone de Beauvoir’in külleri, kendisinden altı yıl önce ölen Jean Paul Sartre’nin yanında yerini aldı. Kadınlar ona çok şey borçlular. Bugün pek hatırlamasalar da yaşamlarında sahip oldukları pek çok imkânı, onun fikirlerinin yarattığı ve özgürleştirdiği bir ortama borçlular.
O, bir kadın olarak kelimenin tam manasıyla usta bir rol modeldi. Yaşamını kurmak isteyen her genç kadın için kılavuz olabilecek bir rehber, eserlerini okuyanlar için kendi hürriyet tanımlarını yaratabilecekleri bir dost. Kadınların yalnız olduğu ve yalnızlaştırıldığı bu dünyada, bu kadın gerçekten kadınca bir yaşam sürdürmeyi tercih etti. Erkeklerin dünyasında erkek taklidi yapmadan, onların gözlerinin içine baka baka kadınca yaşadı. Bugünlerde pek makbul olmayacak şekilde güçlüydü ve popüler kültürün kadınlara empoze ettiği her şeyi kendi ahlak anlayışının süzgecinden geçirmekte kararlıydı.
Sartre ile olan ilişkisi tam 51 yıl sürdü. Birbirleriyle geçirdikleri bu hayat tarifsizdi. Onların ilişkisinde aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek her şey vardı. Tüm korkularınızı, tüm mahrem algılarınızı yıkabilirlerdi. Bunun hemen ardından çağımızın sevgisizliğe saplanmış haz bencilliğini boşa düşürecek kadar yoğun bir sevgiyi de birlikteliklerinde var edebildiler. Anlayacağınız onlar bizim pek de idrak edebileceğimiz insanlar değildi.
Acısıyla Tatlısıyla Yarım Asır
Birbirlerine yaşam sevinci ve manevi zenginlik katan bu iki insan, iki yol arkadaşı gibi uzun soluklu ömürlerinde hep beraber yürüdüler. Düştüler kalktılar, yaşamla ve kötülüklerle birlikte savaştılar. Varoluşçuluk, onların birlikteliklerinin meyvesi oldu. Dünyalarının hakikatini çocukları gibi korudular ve düşünceleri sayısız meyveler verdi. Fikirleri, 1960’larda rol model olarak pek çok çevrede kabul de gördü. 1980’lere gelindiğinde onları lanetleyen, ahlaksızlık timsali bulan da oldu.
Tüm bunlara rağmen ayrılmaz bir şekilde birbirlerine ve ortak fikirlerine bağlı kaldılar. Hiç evlenmediler, hiç çocukları olmadı, aynı evde hiç yaşamadılar. Farklı insanlarla da ilişkileri oldu ama birbirlerine karşı hep dürüst olmayı ve bağlılıklarını sürdürdüler. Uzak mesafeler dahi onları birbirinden asla koparamadı. 1929 yılında tanıştılar, 1980’de Sartre’nin vefatıyla ayrıldılar.
Yorum Bırakın