Ardına bıraktıklarımız, bırakmaya çalıştıklarımız ve bıraktığımızı sandıklarımız.. Aslında hayatımızın küçük bir çerçevesini oluşturuyor, tüm bu saydıklarım. Elimizde olmadan geçmişimizle şekillendiriyoruz geleceğimizi. Attığımız adımları, kurduğumuz hayalleri ve hayatımıza alacağımız insanları. Geçmişle bağımızı koparmaya çalışsak da, "Ben her şeyi ardımda bıraktım" desek de her ne kadar; hayatın bir köşesinde izini silmeyi başaramıyoruz çoğu zaman. Ne kadar kaçmaya çalışsak bile peşimizden gelenleri konuşmak istiyorum bugün biraz yani Nomadland'i.
Yılın en çok konuşulan filmlerinden biri Nomadland. Yönetmen koltuğunda Chloé Zhao oturmakta. Kendisini de, Nomadland'i de ödül sezonunun açılmasıyla oldukça duymaya başladık zaten. Aldığı Altın Küre adaylıkları da bunun en yakın örneği. Nomadland; oldukça sade, ne istediğini naifce anlatabilen adeta bir roman sayfasından akıp giden bağımsız bir film. Anlatmak istediği onca şey olmasına, vermesi gereken savaşlarına rağmen; her şeyi gürültüsüz ve sakin bir şekilde anlatabilmeyi başarmış ki, hayran kalmamak elde değil. Sistem eleştirisini yaparken bile, öfke ve nefretle değil de, sakin bir olgunlukla yapabilmeyi başarıyor. Filmin içinde bulunan karakterlerin yaşlarından da kaynaklanıyor elbette bu durum. 55-75 yaşlar arasındaki insanların hayatlarının artık "emekli" olması gerekilen evresine geldiğinde; kendi içlerinde yaşadıkları kayıpları, hayata karşı kazandıkları tecrübelerin getirdiği olgunlukları izliyoruz aslında. Geriye baktıklarında yaşadıkları hayata karşı duydukları özlemin yanında, geleceğe karşı yine de bitmeyen umutları ve küçük mutlulukları kucaklıyor izleyiciyi. İzlerken oldukça farklı duygulara kapılıyor insan. Genç yaşımızda kendi geleceğimiz için çabalamamızı, hep büyük hayaller ve başarılar peşinde koşmamızın aslında bir mutluluk getirisi olmadığını gösteriyor bizlere. Mutluluğun aslında zihnimizde kurduğumuz kadar karmaşık ve zor olmadığını hissettiriyor. Baktığımız bir manzara, gün doğumunu izlerken içilen bir kahve veya bir hayvanın hayata gözlerini açtığı ana tanık olabilme; bunların hepsinin birer mutluluk olduğunu hatırlatıyor Nomadland. Swankie karakterinin geriye baktığında, hayatının ona kattığı mutluluklarını anlattığında; 75 yıllık ömründe "ben yaşıyorum" diye hissederek hatırladığı anların hiçbirinin büyük şeyler olmadığını görüyoruz. Gördüğü manzaraları, gezdiği yerleri ve gördüğü hayvanları anlatıyor. Son kez yapmak istediği hayaliyse kuşların yuvadan çıkışlarını görebilmek olduğunu söylüyor ve bunu büyük bir mutlulukla başarıyor. Aslında hayat denilen şey bu kadar basitken, biz mi onu çok abartıyoruz demekten kendimi alamıyorum, bu sahnede.
Nomadland, aslında Fern karakterinin etrafında dönen bir hikayeyi sunuyor bizlere. Yıllarca çalıştıkları fabrikanın kapanması ve daha sonra da eşini de kaybetmesiyle, "ev" kavramını yitiren bir insanın hikayesini izliyoruz. "Ev"ini kaybeden Fern'in bir daha kendini hiçbir çatının altına sığdıramaması ve bunun sonucunda hayatını bir karavanda geçirmeye karar vermesinin hikayesi. Biraz tekrar ediyormuşum gibi olacak fakat filmimizin odak noktası "ev". Siz bunu çatısı olan bir beton yığını olarak da algılayabilirsiniz, ya da hayatınızı geçirdiğiniz insanlarla biriktirdiğiniz bir "anı yığını" olarak da. Filmde ilk seçeneğin üzerinden, ikinciyi kalbimizin derinliklerinde hissettirebilmek istenilmiş, orası kesin. Filmin ilk sahnesinde de bizlere bunun mesajını veriyor yönetmen Zhao. İş yerindeki arkadaşlarıyla konuştukları sırada, Fern'e arkadaşı kolundaki dövmeyi gösteriyor. Dövmede; "Ev sadece bir kelime midir, yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?" yazıyor. Yönetmen bizlere daha filmin ilk dakikalarında, izleyeceğimiz iki saatin kısa bir özetini yapmış diyebilirim. Fern, geride bıraktığı sandıklarını, tabiri caizse bir ömür içinde taşıyan bir insan, tıpkı dövmedeki gibi. Kocasının ölümünü kendi içinde kabullenemiyor ve onu ardında bırakmayı başaramıyor. Bu his ona oldukça ağır geliyor ki; bir çatı altında yaşama düşüncesine bile katlanamıyor. Çünkü ev kavramını tamamen kocasıyla bütünleştirmiş. Bu "ev"in verdiği yüke, çocukluğunda yaşadığı "ev" de eklenince, ikisinin altında ruhunun yavaş yavaş ezildiğini farkediyor ve bunun için durmadan kaçmayı seçiyor. Çocukluğundan kalan resimlere bakmaktan kendini alamıyor, babasından kalan tabaklardan da vazgeçemiyor. Hatta o tabaklar kırıldığında verilmesi gerekilen tepkiden daha fazlasını verirken, daha sonrasında hiç sıkılmadan tabak parçalarını tek tek yapıştırıyor. Fern'in kalbinde yatan bu iki evi, kız kardeşiyle buluştuğunda daha çok hissediyoruz. Kız kardeşi ona, evden erken yaşta gidip evlendiği ve onu yalnız bıraktığı için hayıflanıyor. Fern kendi içinde bir "ev"i tamamlayamadan, diğer bir "ev"i kurmaya çalışmasının verdiği yükü ömür boyu kalbinde taşımaya başlıyor. Sonra düşünüyorum; hangimiz taşımıyoruz kalbimizde evimizi? Her yerde karşımıza çıkmıyor mu? Yeni bir hayat kurmaya çalışırken, yeni adımlar atarken her zaman kalbimizin ve aklımızın tam orta yerine oturmuyor mu? Kendi içinde evini yenebilen bir insan var mıdır acaba. Ben hiç sanmıyorum. Yendiğini sanarak, kendini avutan vardır elbette. Ama o ev daima içindedir, sakladığı duygularında; sildiğini sandığı anılarında.
Fern, kocasına büyük bir sevgi besliyor. Ölümünün ardında bu denli etkilenmesinin en önemli nedeni de bu. Kanserden kaybettiği kocasına, hastalığı boyunca uzun bir süre bakıyor. Aslında ruhunun yavaş yavaş zedelenmesi tam da burada başlıyor diyebiliriz. Çünkü ona hep bıkmadan bakmasına rağmen, hala içinde ona karşı yeterli olup olmadığını adeta ölümünün sebebinde kendini ararcasına suçluyor. İçinde büyüttüğü bu sevgi belli bir zaman sonra onu çaresizleştirmeye başlıyor. Fakat o bu sevgiyi, ölene kadar kalbinde saklayacağını ve parmağındaki alyansı ölene kadar çıkartmayacağını vurguluyor her defasında. Çalıştığı bir kampta, kadınlarla konuştuğu sahne aslında bizlere bu durumu net bir şekilde yansıtıyor. Alyansı asla çıkarmayacağını söylediği sırada, yaşlı kadın ona; "O yüzük bir çember ve sonu hiç gelmiyor. Bu da sevginin hiç bitmediği anlamına geliyor. İstesen bile çıkartamayabilirsin." diyor. Fern ise "Çıkartabileceğimi sanmıyorum." diyerek karşılığını veriyor. İçinde yaşadığı sevginin, sevdiği adamı kaybetmenin verdiği acının da küçük bir özetini sunuyor bizlere. Daha sonra karavanda yaşayan insanların bir araya gelerek oluşturduğu kampta tanıştığı Dave ile aralarında bir yakınlaşma geçiyor. Bu yakınlaşmaya bir şans vermeye çalışmasına rağmen kendine yeni bir "ev" inşa edemediğini farkediyor. Ve ona veda bile etmeden tekrar kaçıyor. Çünkü ruhu ne bir yeni "ev"e hazır, ne de bir vedaya. Filmin son sahnesinde de eski evine döndüğünü görüyoruz. Yönetmen bizlere adeta, hayatımıza yeni insanları dahil etmeye çalışsak da, tüm ülkeyi gezip bundan kaçmaya uğraşsak da, yine ve yine o eve döneceğimizi gösteriyor. Yönetmenin, Fern ve kocasının yaşadıkları yerin adını da "Empire" olarak seçmesi ise ayrı bir incelik. Geçmişimiz, ailemiz ve anılarımız yani kısacası evimiz aslında küçük bir "hatıralar imparatorluğu" olduğunu söylüyor adeta. Küçük de olsa; etkisinin bir ömür boyu sürdüğü fermanlarını hatırlatırcasına.
Film içinde birçok insanın hayat hikayesine de tanık oluyoruz. Yaşadıkları hayatın yorgunluğunda, kendilerine ve ruhlarına özgürlüğü tattırmak için karavanlarıyla buluşan bu insanları az da olsa tanıma şansını buluyoruz. Yıllardır çalışmanın sonucunda emekli olan bu insanların, sistemi sorgulamalarına tanıklık ediyoruz. Ama az önce de belirttiğim gibi, bunu büyük bir öfkeyle değil de, naiflik ve sakinlikle yaşıyorlar. Bütün enerjilerini, yıllarını ve çabalarını neye verdiklerini sorguluyorlar. Çalıştıklarının karşılığını alamadıkları küçük bir emeklilik ikramiyesi için mi bu çaba? Ya da daha kötüsü, dinlenmek için emekliliğini beklerken ona bile kavuşamadan, yorgun ruhuyla bu dünyayı bırakıp giden insanlara haksızlık değil mi? Başkaları daha çok kazansın, onların şirketleri büyüsün diye yıllarca emek harcamanın bizlere sunduğu tek hediye; "emeklilik". Yönetmen özellikle Amazon gibi bir şirketi kullanmış filmin içerisinde. Fern ve birkaç arkadaşı belli bir zamanlarda bu şirkette çalışıyor. Bütün enerjilerini ve emeklerinin karşılığında sadece Amazon büyüyor, şirketin kurucusu dünyanın en zengin insanı olmayı başarıyor fakat çalışanların elinde ise belki de kavuşamayacakları emeklilik ve yıllardır yorulan, isteseler de özgürleşemeyen ruhları kalıyor.
Çalışmak demişken, filmin en çok sevdiğim bir noktasına değinmek istiyorum. Film; mükemmel bir feminizm anlatısına sahip. Tam anlamıyla yönetmen Zhao, gerçek feminizmi yansıtmış. Feminist mesajı direk izleyiciye sunmaktansa, olması gerektiği gibi hayatın içine aşılayarak sunmuş izleyiciye. Fern kesinlikle çok güçlü bir insan. Film boyunca da onu çeşitli işlerde çalıştığını görüyoruz. Adeta ekmeğini kazanmak için, taşı sıkıp suyunu çıkarıyor tam anlamıyla. Ataerkil sistemin biz kadınlara yakıştıramadığı "eril meslekler" olarak tanımladığı işleri de başarıyla ve asla şikayet etmeden yapıyor. Filmin en sevdiğim yönü ise; Fern'in bu yaşamından şikayet etmemesi ve kadın olduğu için, bu durumun olağanüstü bir durummuş gibi gösterilmemesi. Kadınlar ve erkekler, hayatlarını kurtarmak ve ekmek kazanmak için en zor mesleği de yapmalı, bu hayatın bir gerçeği. Bir kadın, zor bir meslek yaptığı için; sanki o bu mesleği başaramazmış ama bir şekilde başarmış gibi gösterilen filmlerden oldukça sıkılmıştım. Çünkü gerçek feminizm bu değildi. Nomadland; gerçek feminizmi oldukça başarılı bir şekilde aktarmayı başarmış ki, yönetmen Zhao'yu yürükten alkışlamak istiyorum. Bir kadının istediği mesleği yapması ve karavanını alıp tek başına istediği yerleri dolaşması bir başarı gibi değil de, olması gerekenin zaten bu olduğunu yansıtarak, bizlere olması gereken dünyanın bir tasvirini sunmuş.
İzlerken adeta bir yolculuğa çıkıyormuşum gibi hissettim. Evet, karavanla birlikte Fern ile bir yolculuğa çıkıyoruz ama benim hissettiğim yolculuk çok başkaydı; ruhsal bir yolculuk. Sanki Fern'in ruhuyla birlikte çıkılmış bir yolculuk gibiydi. Onun anılarına uğramış, acılarını ve mutluluklarını hissedebilmiş, özgür olan ruhundan ilham almış gibiydim filmin sonunda. Son durak olarak evine ve anılarına uğrayarak da; ne kadar kaçmaya çalışsa da, ruhunun yine oraya varmasıyla adeta empati kurmaktan kendimi alamadım. Eski yaşadığı şehre ve o bölgedeki eski fabrikaya gittiğinde; tozlara karışmış masalar, onun üstündeki bardaklar ve geride bırakılan her şey. Hayatın kısa bir özetini sunarcasına, burada bir zamanlar yaşayan insanlar vardı der gibiydi. O sandalyelere oturup, toplantı yapan insanları hayal ettim. Fern ile empati kurarak. Bir zamanlar yaşanan o hayatlar, kurulan hayaller, atılan kahkahalar, gözyaşları, fiziksel ve psikolojik hastalıklar yani kısacası insanın hayatına sığdırdığı her şeyi hissettim. O hayattan gittikten sonra, sanki bunları hiç yaşamamış, bu hisleri hiç hissetmemişiz ve o sandalyeye hiç oturmamışız gibi olacak her şey. Bizim de oturduğumuz sandalye bir gün tozlanacak. Bizleri hatırlayan son insan da uçup gittiğinde, bu dünyadan tamamen silineceğiz. Hayat denilen şeyin aslında ne kadar basit olduğunu düşündüm. Swankie gibi küçük anılar bırakarak, o anılarla yaşadığımızı hatırlamak mantıklı gelmeye başlıyor gittikçe gözüme. Büyük hedefler ve hayaller peşinde koşarken ne kadar kendimi yıprattığımı da hissetmeye başlıyorum. Küçük mutlulukları tatmanın, onları farketmenin zamanı geldi belki de. Bir filmden daha da öte oldu benim için Nomadland. Onun sayesinde, ben de ruhsal bir yolculuğa çıktım adeta.
Bu duygu yoğunluğunu hissetmemin, en önemli sebeplerinden biriyse filmin olağanüstü müzikleriydi. Duymaya başladığınız anda sizleri ruhsal bir yolculuğa çıkartacak cinsten. Film müziklerini araştırdığımda; bu mükemmel işlerin ardında Ludovico Einaudi olduğunu öğrendim. Tabi ki de şaşırmadım, bir filmi izlerken beni böyle alıp götüren besteleri ondan başka kimse yapamazdı. Kendisiyle, Xaiver Dolan'ın en sevdiğim filmi olan Mommy'de kullanılan Experience bestesiyle tanıdım. Sadece o müziği hissetmek bile beni filme götürür, o sahneyi hatırlatır ve gözlerimi doldurur. Nomadland'de de çalan her bir bestesini dinlerken de, aynı hisleri hissedeceğimden eminim.
Nomadland benim için oldukça özel bir film oldu. Aldığı adaylıkları sonuna kadar hak ettiği gibi, alacağı tüm ödülleri de hak edecek. Ardında bırakamadıklarımızı bizlere oldukça naif bir şekilde anlatan, bizi bırakmayan "ev"imizi hatırlatan çok özel bir film. Ve hayatın kendine sığdıramayıp bizden kopardıklarını, küçücük kalbimizde nasıl yaşatabileceğimizi de hatırlattığı için, hep hatırlarımla yer bulacak.
Yazımı, filmin içinde okunurken oldukça etkilendiğim, Fern'in eşine okuduğu şiir ile bitirmek istiyorum;
"Değişir miyim seni bir yaz gününe?
Çok daha güzelsin, sen çok daha ince.
Mayısın goncaları, sert rüzgarlarla titrer,
Yaz günleri kısa bir düş gibi gelir geçer.
Bazen cehennemin ateşi tepede parlar.
Sonra altın gibi saçlar, sararıp solar.
Her ne kadar güzel olsan sonun değişmez.
Ne şans, ne doğa yasası sana yardım etmez.
Fakat senin sonsuz yazın hiç solmayacak.
İnce güzelliğin de hiç silinmeyecek.
Ne de ölüm seni gölgesine alabilecek.
Unutulmaz izlenimlerin edebi sürecek.
İnsanlar soluk aldıkça, gözler gürdükçe;
Aşkım yaşadıkça, sana da hayat verecek.."
Hoşça kalın!
Yorum Bırakın