Kültürel Bir Çatışma Örneği; Minari

Kültürel Bir Çatışma Örneği; Minari
  • 5
    0
    0
    0
  • Ailenin ve yaşanılan yerin aitliğine sığınmaya çalışırken, aslında sırtına ağır bir yükün yüklendiğini farkedemiyor insan bazen. Bunun yanı sıra elbette insanın içinde yeşerttiği güven hissinin verdiği bu dengesizlikte boğulur gibi hissederiz kendimizi. Bazen aile dışında kimseye karşı güven hissedemez halde buluruz kendimizi. İyisiyle de, kötüsüyle de o "ev" kavramı bırakmaz peşimizi. Doğduğumuz andan itibaren gelen bu "evin" verdiği yük; aslında gelecekte karakterimizin oluşmasına, diğer insanlarla kuracağımız ilişkilere kadar en temelinde her zaman bulur bizi. Ne kadar korkutucu geliyorsa da kulağa; bazen hiçbir etkisini umursamadan sadece sıcaklığında da kendimizi kaybederiz. Bu dengesiz enerji ve his "memleket" kavramında da kendini gösterir. Zaten aile denilen toplum; doğduğun ülkenin ve şehrin küçük bir yansımasını yansıtır. Her iki kavramda bir yandan aslında insanın kaderini yavaş yavaş çizmeye başlar, bazen bütün iradeyi kendi eline bile alır farkettirmeden. İnsana ise bazen sadece kabullenmek kalır. Sen o aileden, şehirden veya ülkeden ne kadar kopmak istersen iste; kültürünün ve geçmişinin getirdiği ağırlık daima geleceğinin sırtında taşınır. İşte bugün sizlere, bu yükü oldukça naif bir şekilde anlatan bir filmden bahsetmek istiyorum: Minari.

    Minari bu yılın en çok beklenen yapımlarından biriydi. A24 yapımı bir film olmasıyla da sinemaseverlerin daha çok heyecanlanmasına neden oldu kesinlikle. Ben de bunlardan biriydim açıkçası. Yönetmen koltuğunda Lee İsaac Chung'ın oturduğu bu aile draması, bizlere anlattığı sıcak ve küçük hikayesiyle aslında çok daha derin hisler hissettirmeyi başarıyor. Oldukça net ve abartısız olan senaryosu ise bunu destekler nitelikte. Güney Kore'den, ABD'ye göç eden dört kişilik bir ailenin hikayesini izliyoruz Minari'de. Ailenin içine sonradan dahil olan, kendi ülkesinin bütün kültür ve gelenekleriyle birlikte gelen annenanne Sooja ile birlikte bambaşka bir süreçin ortasında buluyoruz kendimizi. Yaklaşık 10 yıldır ABD'de bir hayata tutunmaya çalışan ailemiz, gözlerden uzak bir arazide karavana benzer taşınabilir bir eve yerleşmeleriyle yeni bir maceraya atıyorlar kendilerini. Evin babası olan Jacob'un kendine ait bir arazisi olma hayalinden yola çıkılarak burada yaşamaya karar verdiklerini anlıyoruz çünkü eşi Monica bu durumdan oldukça mutsuz. Bu durumu Jacob'un; 10 yıldır yaşadığı bu ülkede kendini "ev"siz hissetmesi ve aitlik duygusundan mahrum kalmasının bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Jacob kendini yaşadığı ülkeye hiçbir zaman ait hissedemiyor. Yaşam şartının zorluğu, yaptığı mesleğin kendisini köle gibi hissettirmesi ve çevresindeki insanların onlara karşı verdiği tepkiler bu hissini tetikliyor. Ama bir yandan da kendi içinde yaşadığı ön yargıları da izliyoruz. Sanki kendisini yaşadığı yere karşı ait olmamak için zorluyor bile diyebilirim. İzleyiciye bu dengesiz ruh halini oyuncu Steven Yeun oldukça başarılı bir şekilde yansıtmış. Bu histen kurtulmak isteyen Jacob'un, kendi arazisine sahip olup burada kendi ülkesine özgü sebzeler ve meyveler yetiştirerek; aslında kendi içinde küçük bir Güney Kore yaratmaya çalışıyor da diyebiliriz. Kendine ait olan bir toprağın üstüne "artık yabancı değilim" hissiyle, ailesinin görüşlerini de pek umursamadan büyük bir adım atmaya başlıyor.

    Monica ise Jacob'un tam tersi bir karakteri bizlere sunuyor. ABD'de olan hayattan gayet memnun olan Monica, bu kültüre alışarak; yaşamının geri kalanını, buranın düzenine ayak uydurarak geçirmek istiyor. Şehir hayatından uzak olan bu araziden ise, bu yüzden rahatsız. Şehir hayatından ve kültüründen uzak kalmasıyla, tam anlamıyla bu yeni kültüre uzak kalacağı endişesini yaşıyor. Çocuklarının şehirde okumasını ve kendinin de yeni insanlarla tanışarak, yeni hayatının düzenini yavaş yavaş kurmayı hedeflediğini görüyoruz. Aslında Jacob ve Monica'nın arasında olan kavgaların sebebi aralarında yaşanan bu çatışma. Zaten çocuklarda da bunu net bir şekilde gözlemliyoruz. Büyük kızları yine bir şekilde kendinde dengeyi sağlamayı başarsa da, küçük çocukları olan David'de tamamen bir kafa karışıklığı söz konusu. David kendi kültüründen tamamen uzaklaşmış hatta ingilizceyi de ana dili olarak benimsiyor. Çünkü David bu ülkede doğmuş ve tam anlamıyla doğduğu ülkenin kültürüne adepte olan bir çocuk. Evin içinde ailenin Korece konuşmaya çalışarak kendi kültürlerini çocuklarına benimsetmeye çalışması, yaşanılan kültür çatışmasının en net örneklerinden biri. Bazen kendi içlerinde bile iki dili karıştırarak konuşmaları aslında bazı şeylere insanın elinde olmadan, bulunduğu yere adepte olmasının da en iyi örneklerinden biri. Yenilen yiyeceklerin ABD kültürüne doğru kayması, çocukların Kore yemeklerinden uzaklaşmaya başlaması da buna örnek. Aslında yavaş yavaş bambaşka bir kültüre asimile olmaya başlayan bir aileyi izliyoruz Minari'de. Fakat şöyle de bir düşünce geliyor aklıma; bu çocuklar kendi ülkelerinde ve kültürlerinde büyüselerdi de, küreselleşmenin yarattığı etkiyle de zaten bulundukları bu duruma geleceklerdi. Dünyanın düzenine ayak uydurmak hepimizin yaşadığı bir süreç. Fakat bu başka bir ülkede yaşarken oluştuğunda asimilasyon söz konusuymuş gibi gözlemleniyor. Belki de, farklı bir ülkede bulunmanın ve o kültüre alışmaya kendini zorlamanın verdiği, psikolojik bir sürecin ürününü yansıtıyordur bizlere.

    Çocuklara bakmak için Güney Kore'den anneannelerinin gelmesiyle yaşanılan bu çatışma adeta zirveye çıkıyor. Yıllardır yaşadığı kültürden uzaklaşıp torunlarına bakmaya gelen Soonja ile, aslında dünyanın genelinde yaşanan doğu ve batı kültür çatışmasının bir yansımasını görüyoruz. Sooja ile temsili bir Güney Kore yansıtılmak isteniyor izleyiciye. Ona verilen bu rolle beraber, bambaşka kültürde yetişen çocuklar arasındaki farklılaşmaya dikkat çekilmek istenmiş. Özellikle David ile aralarında yaşanan ayrılık, bu durumu yansıtan en iyi örnek. Soonja eve geldiği ilk andan itibaren, David onun hareketlerini dikkatlice gözlemlemeye başlıyor. Çünkü onu gördüğü diğer insanlardan farklı bir şekilde görüyor. Hayata bakışlarının tamamen farklı olduğunu keşfediyor. Onu gözlemledikçe, ona olan tavırlarında olumsuzluklar başlıyor. Buradaki çatışmanın derinliği, iki kültürün birbirinden oldukça farklı olmasından kaynaklanıyor. Güney Kore'nin oldukça muhafazakar olan yapısıyla, ABD'nin özgür ve liberal olan yapısının bir araya geldiğinde, oluşan çarpışmanın etkilerini görüyoruz David'in davranışlarında. Yemek kültüründen, kullandıkları dilleri ve alfabelerine hatta fiziksel özelliklerine kadar olan bu farklılığın, aslında bireyler arasındaki ilişkileri ne denli etkilediğine de tanıklık etmiş oluyoruz bu örnek üzerinden.

    Burada filme eleştiri getirmek istediği bir konu oluşuyor. Filmde; aile şehirde yaşayan diğer insanlarla ortak bir ilişki kurmaya çalışıyor. Birbirlerinde ortak olan din unsuruyla beraber bunu sağlamaya çalışıyor. Bunun için Pazar günü bir kiliseye gidiyorlar. Burada diğer yaşayan Amerikalılar ile tanışıyorlar. Birbirlerini tanımaya çalıştıkları diyaloglarının daha derin olmasını beklerdim açıkçası. Yaşanılan bu kültürel çatışmanın verdiği etkiyi derinden izlemek isterdim. Çünkü filmin temelini bu düşünce oluşturuyor. Yani ana karakterlerimizden biri olan Jacob, ülkede yaşadığı yalnızlık ve dışlanmışlığın getirdiği etkilerle bu araziye yerleşmek istiyor. Jacob'un yaşadığı bu yalnızlığın nedenini daha derin izlemek ve hissetmek isterdim açıkçası. İki kültürün günlük hayatlarında yaşadıkları farklılıklar da net bir şekilde yansıtılabilirdi. Bu şekilde ailenin yalnızlığını hissederek, izleyicinin onlarla empati kurması sağlanabilirdi.

    Bunun dışında ortak hislere sahip oldukları, tarlada onlara yardımcı olan Paul karakteri filmin en dikkat çeken unsurlarından biriydi. Paul, oldukça cana yakın birini yansıtıyor film boyunca. Fakat aynı zamanda yaşadığı bazı psikolojik sorunlarla da kendi içinde savaşan bir karakter. Hayatında yaşadığı bazı kayıplardandır belki de, çünkü film boyunca kendisini yalnız görüyoruz. Bu yalnızlığını ve kendi içinde yaşadığı sorunları, dine olan bağımlılığı ile yenmeye çalışıyor. Ama bu durum biraz takıntıya dönmüş bir şekilde yansıtılıyor bizlere. Diyaloglarının çoğunda dini atıfları duymak mümkün. Kore Savaşı'nda bulunduğunu belirterek de aileyle bu sefer farklı bir bağ kurmaya başlıyor. Belki de kendi içinde yaşadıklarının bir sebebi olan savaşı, aileyle bütünleştiriyor da olabilir. Paul hakkında çok fazla bilgi sahibi olamıyoruz film boyunca. Açıkçası kendisi hakkında daha derin bir açıklama beklerdim. Sadece onu Pazar günleri, sırtında taşıdığı devasa büyüklükteki haçı ile görüyoruz. Burada anlatılmak istenenin; herkesin kendi içinde yaşattığı "evinin", sırtında taşımak zorunda kaldığına yapılan bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Bu dört kişilik küçük ailenin de, kendi ülkelerini devamlı sırtlarında taşımaları ve onların ruhuna ağır gelen bu duyguya, yapılan bir gönderme gibi duruyor.

    Filmin son sahnesinde yaşanılan yangın, filmin en can alıcı sahnelerinden biriydi. Anlattığım her ayrıntının küçük bir özetini sunuyor bu sahneyle yönetmen bizlere. Jacob'un yetiştirdiği tüm sebzelerin, Sooja'nın istemeden çıkardığı yangında kül olması; bazı şeyleri olmaya zorladıkça, elimizde olanın da yok olup gitmesini yansıtıyor adeta. Burada Sooja'nın ailenin vazgeçemediği kültürü temsil etmesi, sebzelerin ise Jacob'un kendi kafasında yaratmaya çalıştığı topraklarının yansıtması olmasıyla; kendi içinde yaşattığı bu zorlamanın, en çok değer verdiği şey üzerinden alınıp yok olması ise oldukça güzel bir göndermeydi. Yaşanılan bu çaresizliğin iki sonucu olduğunu gördük bir taraftan da; farklılığı kabul edip içinde yok olmayı ya da ne kadar çabalanırsa çabalansın bir hiç olmayı. Sonunda da Jacob zaten bu savaşı kaybettiğini kabulleniyor. Bu kabullenişin ardındaki teslimiyet ve hayal kırıklığı da naif bir şekilde seyirciye hissettiriliyor.

    Filmin ana temasında olan bir diğer olgu ise aile. Aile kavramını bir yandan sorguluyor, bir yandan da kutsallığına vurgu yapılıyor. Yine bu iki ayrımı; David ve Sooja arasındaki ilişkiden net bir şekilde görüyoruz. Aslında birbirlerine benzeyen bu iki insanın, nasıl bu denli farklılaştığı sorusunu soruyor yönetmen bizlere David'in altını ıslatması ve kalbinde olan sorun nedeniyle bakıma muhtaç olan bir çocuk olmasının ardından belli bir zaman sonra, Sooja'nın da bu durumu yaşaması ve bakıma muhtaç hale gelmesi bu duruma iyi bir örnek. Bu ikilinin arasında oluşan sevginin gücünü de son sahnede net bir şekilde görüyoruz. David'in nefesinin tıkanmasını umursamadan Soonja'ya koştuğu sahne, filmin en duygusal sahnelerinden biriydi. Filme de ismini veren Minari bitkisi, onu dikerken de aralarında oluşan sevgi bağının temsili olduğu gibi, Güney Kore'de yetişen bir bitkinin, yaşadıkları arazide yeşermesi aslında her zaman bir yanlarında kalan o kültürlerinin, kendi içlerinde nasıl yeşertebileceklerinin de bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Aslında Minari bitkisi, ailenin ruhunu yansıtıyor da diyebiliriz.

    Minari; hikayesinin içinde yaşadığı bazı kopukluklar ve beklenilen etkiyi çok fazla verememesine rağmen, benim izlerken oldukça keyif aldığım bir film oldu. Kesinlikle bir şans verilmeyi hak ediyor. Kendisini ödül sezonunda da oldukça duyacağımızı düşünüyorum. Şimdiden; aslında filmin özeti niteliğinde olan o tatlı ninninin, en iyi film müziği katagorilerinde dikkat çektiğini de belirtmeliyim. İçinde bulunan her bir detayı ile oldukça naif olan bir filmin, soundtracki de böyle naif olmalıydı elbette. Aile kavramını ve aitlik hissini oldukça hissettiren; "acaba yaşadığım yeri, soluduğum havayı gerçekten benimsiyor muyum?" sorusunu da zihinlerde sorgulatmayı amaçlayan bir yapım olmuş. Belki de nerede kendimizi mutlu hissediyorsak, gerçek evimiz orasıdır. Bu çatısı olan bir ev de olabilir, bir çadır da belki de bir karavan da, farketmez. Mutluluğun bizleri nerede ve nasıl bulacağını, kendimizi ait hissettiğimiz o anın ne zaman geleceğini kim bilebilir ki?

    Hoşça kalın!


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.