"Bugün biz değişen dünya ortasında, kanunda denildiği gibi, 'kendimize has özellikleri kaybetmeden', çağa uygun, yeni, ileri, güzel bir kültür ve medeniyet vücuda getirmek zorundayız. Milliyetçilik asla bir 'narsiszm', ayna karşısına geçerek kendisine hayran olmak değildir. O, bir 'benlik şuuru', 'kendine güvenme duygusu', 'yeni şeyler yaratma iştiyakı ve iradesi'dir. Bu şuur, duygu, iştiyak ve iradeyi bize, milletimizin tarih boyunca yarattığı eserler verir. Süleymaniye'yi yaratan bir milletin çocukları, bugün Türk şehirlerini çirkinleştiren beton yığınlarına tahammül etmemeli, aynı teknik ve malzeme ile çağın en güzel mimari eserlerini vücuda getirebilmelidir. Bu, sadece başkalarını taklit etmekle değil, kendi kendini bilmekle olur."
Ülkemizde, özellikle son zamanlarda hızla artarak devam eden ve acıyla takip ettiğim her restorasyon faciasında, yapılan her çirkin heykelde, bilinçsizce yerle yeksan edilen her kültürel ögede Mehmet Kaplan'ın Kültür ve Dil adlı eserinde yazdığı bu harika satırları görürüm. Yaşadığımız topraklar, binlerce yıllık mazisinde eşine az rastlanır bir sanatsal güç barındırırken bizim günümüzde bu denli çapsız işlere meyletmemizin sebebi nedir, bunu düşünürüm. Benlik şuurumuzun olmaması mı? Yoksa kendimize güvenimiz mi yok? Hadi yeni şeyler yaratma iştiyakı ve irademiz yok da eski şeyleri yıkma cüretini nereden buluyoruz? Osmanlı kalelerini, Bizans saraylarını, camileri, külliyeleri, mozaikleri, antik tiyatroları, manastırları, tapınakları restore ederken yıkmaktan beter ettiğimize defalarca tanık olduk ama ders almadık. Hiltiyle girilen kazı alanlarını da gördük, baraj için sular altında bırakılan bin yıllık tarihi şehir de. Efes'te 5000 yıllık Tavşantepe aslanı karşısında mest olurken bir kentin meydanına sanki üç boyutlu yazıcıdan çıkmışçasına amatör bir heykel dikebildik. Ha bir de kaçırılan Knidos aslanımız var ki bu sahip çıkamama hâli insanımızın üstünde kalacak başka bir leke. Rönesans döneminde yapılan heykellere baktığımızda en ince kas ayrıntıları görüp en nadide duyguları hissederken Rönesans'tan yıllar sonra biz bu topraklarda, bu toprakların kıymetli değeri Ahi Evran'ın -yani Nasreddin Hoca'nın- heykelini bütün sanat değerlerinden uzak yapılmış hatta gülünç denebilecek hâlini meydanlara dikebildik. Bunca gelişime, teknolojiye ve kolaylığa rağmen, bizlerin sanat ve mimari olarak bu coğrafyada var olan her devletten -Hititlerden, Frigyalılardan, Lidyalılardan Urartulardan, İskender İmparatorluğu'ndan Romalılardan, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarından hatta küçük Türk Beyliklerinden- bu çağda daha zevksiz eserler ortaya çıkarmamızın nedeni nedir? Bu coğrafyada hangi şehre adımımızı atarsak atalım antik bir kente, tarihî bir camiiye, kiliseye ya da havraya, binlerce yıldır şifa dağıtan bir hamama, yıkılması güç bir kaleye, köprüye, medreseye, kümbete ve mezara, saraya, hana ve mutlaka şehirde yapılan arkeolojik kazılardan toplanan eserlerden oluşturulan bir müzeye rastlarız. Peki bizleri Celsus Kütüphanesi'ni, Aspendos Antik Tiyatro'yu, Divriği Ulu Camii'yi, Sümela Manastırı'nı, Galata Kulesi'ni, Süleymaniye Camii'yi yapanlardan eksik kılan nedir? Biz bu eserlerinin yanına yaklaşabilecek eserleri yapmak bir yana değerlerimizi koruyamazken bu yapıları yapıp miras bırakan insanların felsefelerini, zihniyetlerini ve dünyaya bakışlarını anlamakta eksiğiz. Maddeyi vasıta olmaktan çıkarıp amaç hâline getiren bu insanların karşısında biz maddenin kölesi olmuş hâldeyiz.
Ülkemizdeki bütün bu üzücü olayların bizim de sanata değer veren çok köklü ailelerimiz ve çeşitli topluluklarımız varken ve heykel, mimari, edebiyat, müzik gibi sanat dallarında çok değerli isimlerimiz yaşıyorken yaşanması, ele alınması gereken başka bir abeslik. Bu yetkin kimseleri toplum olarak değerlendirmememiz bizlerin çağa uygun, yeni, ileri, güzel bir kültür ve medeniyet vücuda getirememizin en başlı sebebi. Bu insanların bahsini ettiğim sanatsal ve mimari felaketi yaşatması bir yana, yepyeni bir ürün ortaya koyabilecek benliği, güveni, isteği ve iradesi olduğu aşikâr. Asıl sorun, toplumun ve sanatın değerlerini aynı eşitlikte koruyan ve kıymetlendirmek isteyen gerçek sanatçılarına verilmesi gereken fırsatların pervasızca işgüzar olmayanlara verilmesinde yatıyor. Bizler, eğer gittiğimiz her tarihi alanın isimlerle, belirsiz tarihlerle ve yazılarla harap edildiğini görmek istemiyorsak, doğasıyla güzelliğini var eden şehirlerimizin daha da betonlaşmasını ve kültürümüzde daha da derin bir çözülme yaşayıp pişman olmak istemiyorsak, hepimiz elimizi taşın altına koymalıyız. Bu tabakalaşma ve farklılaşma bölünmeyi de doğurduğundan millet olarak kabul edebildiğimiz bir sanat ya da bir hayat felsefesi kuramıyoruz. Böyle bir döngüde kültürüne, tarihine, edebiyatına uzak ve bunları doğru değerlendiremeyen ve faydalanamayan nesillerin yetişmesiyle sanat değeri yüksek eserlerin yaratılmasını beklemek abestir. Gerçek anlamda kültürlü olmak istiyorsak tarihin ve eski eserlerin ruhunu almak, onları olgunlaştırmak ve onları yeni bir hâlde vücuda getirmemiz gerekiyor. Bu bilincin aksinde yapılan eserlerin sığ ve çirkin olması kaçınılmaz. Tarihin getirisiyle olgunlaşmayı ve eskilerden faydalanıp ölçülü olmayı başarırsak yeni ve orijinal bir sanat anlayışımızı oluşturmakla beraber elit insanlarımızın da toplumun geneline daha çok yayıldığını göreceğiz. Bu gerçekleştiği zaman da hastanede ya da bankada sıraya girmeyi bilmeyen, sağa sola aksırıp tükürüp pisliğini bırakan, hayır işlerinde dahi ihtiyacı olmadığı hâlde garibanın hakkını gasbeden, nerede ne konuşacağını bilmeyip her adaletsizliği kendinde yapabilecek gücü gören yozlaşmış dalkavuklar azalacaktır. Bunun olması gerekiyor çünkü artık toplumda tekrardan var olacak marazilik derecesindeki bir yozlaşmayı daha kaldıramayız.
Tüm bu insan birikimimizle beraber teknik alanlarda çağdaş medeniyetlerin seviyesine ulaştığımızda, kültürel konuları ele almaya daha çok vaktimiz ve imkânımız olacak. Üç tarafı denizlerle çevrildiği hâlde balıkçılığın yeterince gelişmediği ülkemizin kıyı kasabalarında sıkıntı çeken insanları, geniş ve verimli tarım arazilerine sahip Anadolu'nun köylerinde yaşayan ancak tarım geliriyle zenginleşemeyen insanları bu darlıktan kurtaracak şey kültürel olarak tabiatı işlemekten geçiyor. Böylelikle maddi anlamda gelişen insanımızın kültürel gelişimine imkân sunulacak, her gün yaşadığımız seviyesiz hâller tam anlamıyla bitmese de azalacaktır. İşlense cevher olacak değerleri bulmak ve topluma kazandırmak ümidiyle.
"Sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür!'' Mustafa Kemal Atatürk.
Yorum Bırakın