Bir filmi izlerken, beni etkileyebilmesi için; oldukça kalabalık bir konu bütünlüğü var olması değil de, basit veya her insanın başına gelebilecek sıradan bir konunun üzerinde durulması ve bu konunun başarılı bir şekilde derinine inilmesi benim açımdan her zaman daha önemli bir unsur olmuştur. İşin içine güçlü bir sinema dili ve başarılı bir yönetmen dokunuşu eklenince, ortaya çıkan bu yapımdan etkilenmemem için bir sebep kalmıyor ortada. Bugün sizlerle, tüm bu anlattıklarımı başarabilen, Güney Koreli yönetmen Hong Sang Soo'yu çok sevdiğim iki filmi üzerinden biraz anlatmak istiyorum.
Sanat filmi veya festival filmi denildiği zaman, insanların kafasında hemen olumsuz soru işaretleri belirmeye başlıyor. Hatta filme karşı ön yargı o kadar artıyor ki, filmden korkar hale gelebiliyorlar. Sanat filmlerinin; "sıkıcı, uzun ve anlamsız" olduğunu belirterek, ön yargıları yıkmaktansa, daha büyük duvarlar inşa ediyorlar adeta. Bu algının artık yıkılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bir filmi sadece içinde bulunan aksiyonu ve olay örgüsü için izlediğimiz de, var olan yapımı çok çabuk bir şekilde harcayıp, unuttuğumuzu düşünüyorum. Yani, bu tür bir film sadece görsel olarak kalırken, anılarımızda veya hislerimizde belli bir yer edinemiyor. Bir filmi sadece hissedemen izlemenin bir zaman kaybından farkı olmadığını düşünüyorum. Sanat filmleri; hem görsel zevke hitap etmeyi başarırken, hem de kalbimize de dokunabiliyor. Çok basit bir konuyu bile derinlemesine işleyerek ya da söylemek istediklerini açıkça dile getirmek yerine metaforlar üzerinde hissettirmeyi seçerek, akıllarda asla unutamayacak ayrıntılar bırakabiliyorlar. Bilinçaltımızın derinliklerinde sıkışıp kalmış bir noktaya, kalbimizde ve zihnimizde unutulmayan anılara dokundukça; izlediğimiz şey sadece bir film olmaktan çıkıyor adeta bir arkadaşa dönüşüyor. Bu yüzden, filmin içindeki aksiyona değil de, bizde hangi duyguları uyandırdığına önem vermek gerekiyor. Bu anlattıklarımı başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarmayı başaran yönetmen Hong Sang-Soo'nun, çok iyi olan iki filminden bahsedeceğim; The Day He Arrives ve Hotel By River.
Bu iki filmi seçmemin en önemli sebebi; siyah/beyaz bir sinematik şöleni yaşatabilmeleri. Açık konuşmak gerekirse, birçok yönetmen siyah/beyaz filmlerle vermek istediği mesajı ve duyguyu başarılı bir şekilde aktaramıyor. Anlatılanlar ya çok çiğ kalıyor ya da istenilen hissi veremediği için izleyicinin sıkılmasına neden oluyor. Fakat Hong Sang-Soo bu konuda kesinlikle oldukça başarılı. Seçtiği konunun ve karakterlerin üzerlerine yüklediği depresif, pişmanlık ve vazgeçmişlik hissine, siyah/beyaz sinematografi eklenince, istenilen o hissel karışımı filmin içinde bulabiliyorsunuz. Asya ülkelerinin doğası ve şehir yapısı da eklenince, ortaya muazzam bir eser çıkıyor. Bütün unsurların birleşmesi sonucu yönetmen bizleri adeta duygu yüklü derin bir denize sürüklüyor.
1) The Day He Arrives
Başarmak istediğimiz o kadar şey var ki bu hayatta; başarılı bir kariyer, özel hayatta mutluluk, geleceğe atılan adımlar ve daha nicesi. Özellikle kendimizi adadığımız ve bütün hayatımızı ortaya koyduğumuz bir hayalin peşinden gittiğimiz de, istediğimiz sonucu alamadığımız zaman daha büyük bir düş kırıklığı yaşıyoruz. Bu filmde bizlere başarısızlığın verdiği yükü, oldukça naif bir şekilde anlatabilmeyi başarıyor yönetmen Hong Sang-soo. Bu naiflikle izleyici, empati duygusunu geliştirerek, kendi içinde yaşadığı hayal kırıklıklarına dokunuyor ister istemez. Orta yaşlarda bir adam olan Sungjoon'un, Seul'e arkadaşını ziyarete gelmesiyle birlikte geçirdiği birkaç güne tanık oluyoruz, The Day He Arrives ile. Sungjoon istediği başarıya ve izleyici kitlesene ulaşamayan bir yönetmen. Bu durum yaşının ilerlemesi ve yaşıtları olan arkadaşlarının belli bir noktaya gelmeyi başarmasına tanık oldukça daha da depresif bir hal alıyor. Yönetmenin filmlerinde, genelde başarısız bir yönetmen imgesi kullanmasının ardında; filmlerinde anlatılmak istenilenin anlaşılmaması ve sinemaya yaptığı genel bir eleştiri olarak algılıyorum. Film içinde kullandığı yönetmen karakter Sungjoon da aynı hislere sahip zaten. Hayallerinde olduğu mesleği devam ettiremediği gibi, hiç istemediği bir mesleği hayatta kalma savaşı uğruna yaptığı için yaşadığı umutsuzluk ve özgüvensizlik hissi, seyirciye oldukça başarılı bir şekilde aktarılmış. Bakışlarında, yürüyüşünde hatta arkadaşlarıyla konuşma şeklinden bile bunu anlayabiliyoruz. Aktör Yu Jun-Sang'ın bu başarılı performasının etkisi de elbette oldukça önemli. Sungjoon sadece kariyerinde değil, özel hayatının içinde de yıkıma uğramış bir adam. Seul'a geri döndüğünde, eski sevgilisi ile yaşadığı görüşmede bu durumu net bir şekilde görüyoruz. Ne kadar zorlasalar da sürdürülemeyen bir ilişkileri olduğunu öğreniyoruz. Birbirlerini oldukça seven ve kopamayan bu iki insanın, yaşadıkları ilişki onları hayatları boyunca etkilemeye devam etmiş. Filmin ilerleyen bölümlerinde Sungjoon'un eski sevgilisine benzeyen bir kadınla beraber olma çabası bunun en iyi örneği. Çünkü bahsettiğim kadını gördüğü anda "Tıpkı ona benziyor" şeklinde verdiği tepki, onun hala geçmişine doğru akan bir yolculukta takılıp kaldığını kanıtlıyor.
Filmin ana teması kesinlikle yaşanılan "hayat sorgulaması". Filmin siyah/beyaz olmasıyla birlikte bunu daha derinden hissedebiliyoruz. Kendini amaçsız hissetmenin, hayattan bir gram dahi zevk alamamanın adeta bir uyku halini yansıttığını söylüyor karakterimiz Sungjoon. Yaşanılan bu karmaşanın, vakiti öldüren bir uyku hissinden farkı olmaması kulağa oldukça mantıklı geliyor. Kurduğumuz hayaller, önümüze koyduğumuz hedefler. Bunları her düşündüğümüzde, sonucunun başarı olma ihtimalini hesaba kattığımızda nasıl da heyecanlanırız. Hedeflediğimiz gibi başarı değil de, bir hüsranla sonuçlandığında bir umutsuzluğa hapsolmaya başlar ruhumuz. Bir geleceğin olması bile umrunda olmaz insanın, hayal kurmaktan bile vazgeçecek noktaya gelir. Yaşı olmaz bu duygunun. Belli bir yaşın ilerisinde de hissedilir, çok gençken de. Başarısızlığın yanında hiçbir yere ait olamama, atacağımız bir sonraki adım için daha da çok korkmamızla; içimizdeki çocuğa devrederiz bütün sorumluluğu. O çocuk da kaldıramaz o yükü, bir daha da ayağa kalkamaz hale gelir. Bunun yanında, başarabilen insanlara tanıklık edince yetersizlik hissinin yarattığı o kara gölge kaplar beynimizin ve kalbimizin içini. İşte bu vazgeçmişliği, adeta zemine çakılmanın verdiği boşvermişliği bizlere buram buram yaşatan bir film; The Day He Arrives.
Filmin üstünde durulan bir diğer nokta ise "tesadüf olgusu". Sungjoon ve arkadaşları sohbet ettikleri sırada tesadüf konusu açılıyor. Sungjoon ise tesadüfe inanmadığını belirtiyor. Bu yaşanılan hissin; insanın, kendi neyi nasıl görmek istiyorsa, o şekilde görüyor şeklinde tanımlıyor. Tesadüflere inanmayacak kadar umutlarını kaybettiğini hissediyoruz bu sahnede aynı zamanda. Anlattığı şey düşünülünce oldukça mantıklı geliyor. Yolda yürürken bir insanla karşılaştığımızı varsayalım. Eğer o insan bizim için bir şey ifade etmiyorsa, onu aynı gün içinde 10 kere dahi görsek farketmeyiz bile. Fakat gördüğümüz insan bizim için değerliyse veya yaşamımız için ifade eden bir şeyi çağrıştırıyorsa, onu 2 kere görsek bile hemen bir tesadüf olduğuna odaklanırız. Ve hemen yaşanılan bu olaya bir anlam yüklemeye çalışırız. Hayattan almak istediklerimizi dört gözle beklediğimiz için, anlamı olmayan bir şeyi bile, bize verilen bir mesaj olarak algılıyoruz bazen ister istemez. Ne istersek, onu görmeye odaklı bir yapımız var.
Filmin son sahnesine de değinmek istiyorum. Filmlerini takip ettiğini söyleyen bir kadınla karşılaşıyor Sungjoon. Kadın onun bir fotoğrafını çekmek istiyor. Zor da olsa kabul ediyor teklifini Sungjoon. Kadraja gülümserken, gözlerinde gördüğüm ve bana hissettirdiği o hissi kolay kolay unutmayacağım sanırsam. Yönetmen de bunu farketmemizi istemiş ki, kamerayı yakınlaştırarak buna odaklanmamızı sağlıyor. O gözlerde, kameranın ardında olması gerekirken, neden burada olduğunu sorgulayan bir yanı olduğu gibi, bir kamerayı yönetmenin verdiği özlem ve yaşanılan hayal kırıklıklarını, "keşke"lerini derinden hissediyoruz.
2) Hotel By The River
Bu sefer de terkedilmenin verdiği o ağırlığı buram buram hissettiğimiz bir yapımla karşımıza çıkıyor yönetmen. Terkedilmenin bir yaşı olmadığı, derinlerde yarattığı yalnızlığın, yıllar geçse bile etkisinin daima olduğu gibi kaldığına odaklanıyor. Bu 90 dakikalık filmin içinde ise terkedilmenin her bir boyutuna ulaşmayı da başarıyor; bir baba tarafından, sevgili tarafından hatta cansız bir nesne tarafından terkedilmeyi bile yaşıyoruz. Bembeyaz bir doğanın içinde olan bir otel karşılıyor bizleri. Bu otelin içinde konaklayan insanların hayatlarına bir günlüğüne konuk oluyoruz. Yaşlı bir adamla karşılaşıyoruz önce. İki oğlunun onu ziyarete gelmesiyle başlıyor hikayesi. Daha sonra diğer odada kalan bir kadını görüyoruz. O da bir arkadaşını bekliyor. Beklenilenlerin verdiği kavuşmayla birlikte başlıyor hikayeleri. İlk hikayemizde şair olan bir babanın, sağlıklı olmasına rağmen, içinde hissettiği ölüm hissiyle birlikte çocuklarını son kez görmek istemesi işleniyor. Orta yaşlarda olan oğullarıyla geçirdiği sadece bir günde, geçmişlerinde yaşadıkları aile travmasına tanıklık ediyoruz. Çocuklarını ve eşini terkederek, kendine bambaşka bir hayat kuran bir baba olarak çıkıyor karşımıza şimdi de. Annelerini aldatan ve onları terkeden bu baba figürü ile büyüyen çocukları da tanımaya başlıyoruz. Annelerinin, babalarına karşı hala bitmek bilmeyen tükenmeye nefretle büyümelerine rağmen, bu yaşlarında hala gözlerinde olan o çocuksu baba sevgisi ve özlemini net bir şekilde hissediyoruz. İlk karşılaştıklarında küçük oğlu Byeong-soo'nun sesi titreyerek, çocuksu bir utangaçlıkla babasına "seni çok özledim baba" demesi bile bu söylediğime güzel bir örnek. Aralarında yaşanan bu kopukluğu, birbirlerine sarılamadıkları her anda daha da fazla hissediyoruz. Beni en çok etkileyen an ise; Babaları Yeong Hwan, oğullarına kendinden küçük bir hatıra bırakmak istiyor. Onlara bulduğu iki adet peluş oyuncağı getiriyor. O peluş oyuncak, aslında bizlere çok daha derin bir hissi anlatmak için kullanılmış. İki kardeşin o oyuncakları aldıklarında adeta çocukluklarına dönmüşcesine mutlu olmaları, yaşanılmayan bir çocukluğu temsil ediyor. Babanın ise oğullarının yaşlarına rağmen onlara verdiği bu hediye; yaşanılmayan bir babalığı temsil ediyor. Olması gerektiği zamanda yaşanılmayanı ve bu geç kalmışlık hissini başarılı bir şekilde izleyiciye aktarmayı başarıyor yönetmen Hong Sang-soo.
Babası tarafından terkedilen bu iki insanın, gelecekteki ilişkilerinin üzerindeki etkisini de işliyor film. Büyük olan çocuk Kyung-su'nun karısından ayrılması, küçük olan Byeong-so'nun ise yaşadığı hiçbir ilişkide güveni bulamamasını görüyoruz. Özellikle Byeong-so, hayatı boyunca yaşanılan her ilişkinin sonunda bir ihanet olacağını kendine inandırmış ve bu yüzden karşı cinse asla güvenememiş. Annesinin bir ömür boyu babasından nefret etmesinin verdiği etkinin yanında, en sevdiği varlık tarafında terkedilmenin verdiği yükle de; kimsenin onu sevmeyeceğini ve bir süre sonra onu bırakıp gideceklerini düşünüyor. Hatta bir film yönetmeni olduğunu ve filmlerinde genellikle bu duyguyu yansıttığını öğreniyoruz. Diğer karakterler, onun yaptığı filmler hakkında konuşurken fazlaca dengesiz olduğu için onu eleştiriyorlar. Hayatında bile bir dengeyi oturtamayan karakterimizin; yaşadıklarının onun psikolojisini ne denli etkilediği gösterilmek isteniyor..
Çocuklar, babalarından isimlerinin anlamlarını öğrenmek istiyor. Bu sahne filmin en özel sahnelerinden biriydi kesinlikle. İki kardeşe koyduğu isim aslında "iki zihni" temsil ediyor. Cennette var olan ve sokakta yürüyen iki farklı zihni. Cennet zihni yaratılışımızı ve öldükten sonra gidilecek olan ütopik bir yeri temsil ederken; sokak zihni ise yaşadığımız dünyayı temsil ediyor. Cenneti hissederken ve onun için çabalarken, gerçek dünyayı da unutmamamız gerektiğini ve bu iki dünyanın bir dengede tutulması gerektiğini göstermek için çocuklarına bu ismi koymayı seçtiğini söylüyor. Yani gerçek yaşamı sağlayabilmek için; hayal ile gerçeği dengede tutulması gerektiğini, bir hayat dersi vermek istercesine bu isimleri seçiyor. İki kardeşi birbirleriyle dengeliyor ve onları hayatları boyunca ayrılmayacakları bir bağ ile bağlıyor isimleriyle. Adeta onları birbirine emanet ediyor. Onları terkedeceği düşüncesini, hep aklının köşesinde sakladığını gösterircesine. Yaşı geçtikçe bundan pişman oluyor. Hatta bir kedisi olduğunu söylüyor onlara. Onu yalnız bırakmamak için seyahat etmeyi sevmediğini söylüyor. Çünkü kalbinin bir terketmeyi daha kaldıramayacağını biliyor. Şimdi kedisini bile bırakamazken, yıllar önce terkettiği ve hayatlarını mahvettiği iki çocuğa yaptığı bu haksızlığı zihninde sorgulamadan edemiyor insan.
Filmin diğer hikayesinde de terkedilmenin başka bir yüzüyle karşılaşıyoruz. Bir kadın, sevgilisi tarafından terkediliyor. Yaşadığı ayrılık ve aşk acısına sığınmaya çalışırken, bir yandan da yakın bir arkadaşı onu teselli etmeye çalışıyor. Yaşadığı acıyı; karakterin devamlı uyumak istemesi üzerinden anlatmaya çalışıyor bize yönetmen. The Day He Arrives'de de anlattığı gibi, amaçsız olan bir yaşamı uykuya benzetmesi gibi. Yaşadığı acıyı o kadar derinden hissediyor ki, hayata bir daha gözlerini açmak istemiyor adeta. Hikaye ilerledikçe, sevgilisinin evli olduğunu öğreniyoruz. Yönetmen burada bizlere bir ahlak ve vicdan karmaşasının içine sürüklüyor. Çünkü bir yandan başka biriyle ilişki yaşamak için çocuklarını terkeden bir babanın yaşattıklarıyla empati kurmamız istenirken, bir yandan da evli biriyle birlikte olan ve ondan ayrıldığı için acı çeken bir insanın acısına ortak olmamızı istiyor. Burada bizlere kendi içimizde, küçük bir ahlak mahkemesi yaptırıyor adeta. Kafamızda oturttuğumuz "iyi" ve "kötü" kavramlarını da sorgulatıyor; "Kötü her zaman kötüdür, acı çekemez veya üzülemez" gibi. Bir insan neden "kötü" olarak algılanır, yaşanılan olayın suçu neden sadece tek bir insana yüklenir sorularını da sordurtuyor izleyiciye. Bir insanı sırf, kendi "ahlak algılarımıza" uymuyor diye kötü olarak ilan etmemiz ne kadar doğrudur ki? Bu öğrendiklerimizden sonra, sevgilisi tarafından terkedilen bu insana olan algımız ve hislerimiz değişecek mi? Bu sorularla bizleri başbaşa bırakırken, adeta aklımız ve kalbimizle küçük bir oyun oynuyor yönetmen Hong Sang-soo.
Aşk acısı çeken arkadaşını ziyarete gelen Yeon-joo ise burada bize farklı bir terkedilişi daha yansıtıyor. Hyung kardeşlerin, babalarının yanına gelirken kullandığı arabayı park yerinde farkediyor. Bu arabanın yıllar önce kaza yapıp, satmak zorunda kaldığı araba olduğunu anlıyor. Sevgili yönetmenimiz, bizlere yine bir tesadüf seline sürüklüyor adeta. Acaba bu bir tesadüf mü, yoksa bizler mi bunu böyle görmek istiyoruz diye aklım yine karışıyor açıkçası. Bu küçük karmaşıyı yaşayan Yeon-joo arabanın içinde gördüğü bir eldiveni alıyor. Arabayı hala kendinin gibi hissediyor ve onu ardında bırakamadığı için; içinde var olan bir parçayı kendinde saklamak istiyor. Cansız bir nesne bile olsa, terkedilmenın verdiği ağırlığı, araba metaforu sayesinde bir kez daha hissediyoruz. Aitlik duygusunu da sorgulatıyor tekrar. O araba cidden kimin diyoruz izlerken, ya da evli olan birinin başkasıyla yaşadığı şey; geçici bir arzu mu yoksa gerçekten sevgi mi? Ya da çocuklarını terkeden baba, hala bir baba mı? Baba olmak için sadece kan bağı yeter mi? Bu soruların ardında, oldukları yere kendini ait hissedemeyen ve yaşadıklarını ardında bırakamayan insanların, hayatlarına gerçekçi bir yolculuk yapmamızı başarıyor, Hotel by the River.
İki filmin süresi oldukça kısa olmasına rağmen, izleyiciye yoğun bir hayat dersi vermeyi başarıyor. Hong Sang-soo'nun bu sakin anlatımı ve gayet yalın bir şekilde kullandığı sinematografisiyle her bir filmi izlenmeye değer. Hayata karşı yaptığı sorgulamalarını, izleyicinin zihninde de yarattığı sorularıyla oldukça başarılı bir şekilde aktarabiliyor. Zihninizi boşaltın ve gereksiz gürültülerin, aksiyonların olmadığı; sizleri kalbinizi dinlemeye ve empati kurmaya davet eden bu filmlere bir şans verin. Gerçek sinemanın bu olduğunu keşfederek, büyünün bozulmasını asla istemeyeceksiniz. Bana güvenin! :)
Hoşça kalın!
Yorum Bırakın