Geçtiğimiz günlerde sinema ve TV yapımlarının en prestijli ödüllerinden olan Altın Küre ödülleri 78. kez dağıtıldı ve ödüller sanatçılara ulaştırıldı. Yıl içinde gerek senaryosu gerekse oyuncuların başarılı performansıyla dikkat çeken ''The Queen's Gambit'' dizisi ve dizinin başarılı başrol oyuncusu Anya Taylor-Joy da ödüllerde beklenilen değeri gördüler. Dizi, ödüller arasından ''En iyi mini dizi'' ödülünü kazanırken Taylor-Joy da bu kategoride en iyi kadın oyuncu ödülünün sahibi oldu. Kariyerinin bu noktaya geleceğinin belirtilerini daha önceki yapımlarında da vermiş olan Taylor-Joy'un bir başka başarılı performans gösterdiği 2015 yapımı The VVitch filmini bu seviyenin ilk adımları olarak değerlendirirsek sanırım yanılmış olmayız.
The VVitch filmi daha önce karşıma çıkmış olmasına rağmen filmi, oyuncunun The Queen's Gambit'teki başarılı performansından sonra izlemiş olmam benim adıma algıda seçiciliğe güzel bir örnek teşkil etti. Orta Çağ Avrupa'sının karanlık zihniyetinin eserlerinden biri olan Cadı kavramını merkezine alan film, dram ve gerilim türlerini sevenler ve dini-mistik olaylara ilgi duyan kişiler için adeta biçilmiş kaftan niteliğinde. Avrupa halk anlatılarına, şarkılarına, hikayelerine ve günümüz filmlerine kadar işleyen cadı kavramı ve cadılık yüzyıllar boyunca halk tarafından her türlü kötülüğün ve uğursuzluğun temsilcisi olarak görüldü. Bu insanlar uzun süre boyunca Engizisyon Mahkemeleri tarafından bir şekilde yargılanıp ya da yargılanmayıp gaddarca öldürüldüler. Bilginin az, karmaşanın ve kaosun çok yüksek olduğu bir ortamda insanın işlediği her suçu şeytanla ilişkiye girdiğini iddia ettikleri insanın üzerine atmak dönem insanlarının çok kolayına gelmiş olmalı ki bu vahşet bu kadar uzun sürdü. Ufak bir aile içi tartışmasının getirdiği ölümler, çeşitli sapkınlıklar sonucu gerçekleşen ölümler ya da sıradan, basit bir şekilde gerçekleşen ölümler bir şekilde kolayca kurt adam, vampir ya da cadılar suçlatılarak aklanmış olmalı. Ayrıca her toplumda görülen şifacı, otağcı, efsuncu denilen ve doğayla iç içe yaşayıp çeşitli bitkilerden sağlıklı karışımlar yapan gizemli kadınların da direkt bu damgayı yemesi kaçınılmaz olmuş olmalı. Bütün bu durumlar o dönemin yoğun bağnaz din algısıyla birleşip Hıristiyanlığın da Eski Ahit'e dayanarak büyüyü yasaklamış olması ve büyü yapanların öldürülmesi gerektiğini söylemesi suçlu ya da suçsuz binlerce insanın kaderini acıyla sonlandırmış. Film de kaynağını o dönemde yazılan anılara, anlatılara dayandırarak çarpıcı gerçeklikleri görmemizi bir şekilde sağlıyor.
Cadılık ve büyücülük kavramları her ne kadar başlı başına dikkat çekici olsa da benim filmde dikkatimi çeken nokta sadece bunlar değildi. Film boyunca olaylar bir ailenin etrafında gelişiyor ve henüz filmin ilk dakikalarında çocukların en küçüğü, bir bebek ortadan kayboluyor. Bu sahneyi izler izlemez ilk defa üniversite derslerinde karşılaştığım ve Türk Mitolojisinde ve halk anlatılarıyla inanışlarında çok önemli bir yeri olan ''Alkarası'' kavramı aklıma geldi. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yaşayanların ve de kadınların özellikle bilip duyduğu bu inanışı benim ancak üniversitede duymam da benim eksikliğim olmuştu. Kadınlar özellikle bilirler dedim çünkü bu şeytani varlık özellikle Altay inanışlarında lohusa dönemindeki kadınlara musallat olduğuna inanılan yaratıktır. Bu yaratıklar yeni doğmuş çocukların ciğerlerini yiyerek beslenir. İnanışlarda kızıl kıyafetler giymiş, çirkin, saçları dağınık, gözleri kanlı, uzun tırnaklı, uzun boylu, çok kuvvetli olarak tanımlanır ve doğaüstü bir kadın yaratık olarak tasvir edilir. Kadınlarda loğusa sıtması çıkarır ve boğucu bir sıkıntı hâli baş gösterir. Lohusa humması denilen ve yüksek ateşle ortaya çıkan, temizliğe dikkat edilmediği için meydana gelen hastalık. Bunlara bağlı baygınlık, bir çeşit korku halidir. Gebe kadın kan kaybetmeye başladığında değişik varlıklar görmeye başlar. En çok korktuğu şey gözünün önüne gelir. Bunun sonucunda bazen bayılır. Alkarısı o esnada göğsüne dizleriyle çökerek soluğunu keser. Hatta ölüme bile neden olabilir. Gebe kadın yiyemez, içemez, nefesi daralır. Bu hastalık çoğunlukla Albastı ifadesiyle, "Al'ın eziyeti" anlamında kullanılır. Albastı özellikle atlar olmak üzere hayvanları da izler. Geceleri onları şafak açana kadar binmek üzere ahırlarından çaldığına inanılır. At sahipleri bu durumu sabahları atları ter içinde ve örülmüş yeleleriyle tekrar bulduklarında fark ederler. Tüm bu kötülükler karşısında halk da bu şeytani varlığa karşı inanç sisteminde bir takım savunma mekanizmaları oluşturmuştur. Örneğin; lohusa kadını yalnız bırakmamak, ışıkları sürekli yakmak, başucuna Kuran koymak, yüzünü kırmızı örtüyle örtmek bunlardan bazılarıdır. Ayrıca yetişkin erkeklerin kendilerine hizmet etsinler diye, Albastı yakaladıklarına inanılır. Böylece "Al'ın ocak yerinin" gücünü kazanarak, kötü niyetli yaratığın yaydığı hastalıktan kurtarabilme gücünü kazanırlar. Bulunulan ortamda erkeklerin olması, kilerde demir eşya saklanması ve kırmızı içeceklerin içilmesi, loğusa kadınların Albastı'nın kötülüklerine karşı korunmak için öncelikle kullandıkları araçlardır. Albastı'nın tüfek sesinden de korkup kaçtığına inanılır; silah atışı, loğusa kadının eziyet çektiği fark edildiğinde yapılır. Albastı hakkındaki inanış ve öykülere Türkiye'nin birçok vilayetinde, aynı zamanda Kafkasya, İran ve Türkçe konuşulan Orta Asya ülkelerinde çoğunlukla Albastı veya anlamı sadece Türkçede açıklanabilecek Al-Anası adıyla rastlanır. Bu doğaüstü yaratığın kökeni hakkında oluşan destan ve deneyimler ne olursa olsun, bu ad altında rastlandığı her yerde, Türkçe konuşan topluluklarının ürettiği anlatımlara dayandığı tahmin edilir. Böylece Edward Taylor'un ilkel toplumlarla gelişmiş toplumları karşılaştırdığı ve 19. yüzyılın sonlarında oluşturduğu Gelişme Kuramı'nın temel öngörüsü olan ''insan ruhu her yerde aynı olduğu ve zaman içerisinde birbirinden habersiz olarak benzer ürünler ortaya koyduğu'' kanısı tüm gerçekliğiyle ben filmi izlerken, siz de yazıyı okurken yüzümüze vurmuş oldu.
Sonuç olarak korku ögeleri ve mistisizm ister Doğu'da ister Batı'da olsun insanların zihinlerinde büyük bir yer edinmeyi her zaman bilmiş. Bilimin, insanlığı bir çadır gibi kuşatıp korumasına almadığı dönemlerde insan aklının almaktan kaçındığı gerçeklikler zamanla belli disiplinlere ulaşmış yaklaşımlarla ele alınıp insanlar tarafından sözlü olarak nesillerce aktarılmış. Yüzlerce yıl inanışların çerçevesinde kadınlara acı çektiren gerçek iblislerin yaptıklarına her ne kadar şu an şaşırsak da iblislerin kalıntıları hâlâ aramızda yaşıyorlar. Korkunun ve acının kadınlar üzerinden bir örtü gibi çekilip alındığı güzel yarınlara...
Yorum Bırakın