"İntikam soğuk yenen bir yemektir!" Bu sözü hayatımızın herhangi bir alanında hepimiz duymuşuzdur. İntikam sahiden soğuk yenen bir yemek midir, yoksa o yenilen yemeğin kursakta kalması mıdır? Her iki taraf için de geçerli bu durum; intikam alanın da, intikamın öznesi olanın da. İntikam duygusu oldukça ağır bir duygudur; iki taraf için de. Bu duyguya en iyi ilaç belki zamandır, belki de insan ruhunun en zayıf halkası olan vicdandır. Çünkü insan olmak; bilince sahip olmaktır yani duygularla ve içimizdeki super egoyla hareket ederiz. Kendi ahlak yargımızla bazı durumları tartarız. Burda da zaten işin içine vicdan girer; yine de herkesin vicdandan ne anladığı farklıdır. Ama sonuçta aynı toplumda yaşayan insanların, elinde olmadan kendi içinde oluşturduğu ahlak yargısı benzer olabilir. Bugün de sizlere çok farklı bir vicdan ve intikam paradoksundan bahsetmek istiyorum. Yunan mitolojisinde intikam temalı bir efsaneden yola çıkarak; araya psikolojik esintilerinin yanında dini bir eleştiri şölenini de bizlere sunan, enfes bir film ile karşınızdayım; Kutsal Geyiğin Ölümü.
Filmin orijinal adıyla, aynı şekilde dilimize çevrilmiş. Normalde filmlerin orijinal adını kullanmayı severim ama bu sefer çevirisini kullanmak istiyorum. Çünkü kulağıma oldukça gizemli ve ilginç geldi açıkçası. Gizemli bir havası olduğu gibi çekici bir sanatsal etkisi de var, oldukça sevdim. Filmimiz, 2017 yapımı, yönetmen koltuğunda Yorgos Lanthimos'un oturduğu bir gizem/gerilim filmi. Yunan asıllı bir yönetmen olan Lanthimos; filmlerinde Yunan mitolojisinden oldukça etkilenmiş. Bu yönüyle, filmlerine seyir zevki yüksek bir gizem katmayı başarıyor. Tabi bunun yanında da sanatsal bir dokunuş yapmaktan da kaçınmıyor. Filmlerini ve anlatmaya çalıştığı hikayeyi seviyorum. Anlaşılması zor filmler ortaya çıkarsa da, bu durumu itici bir hale getirmeden yapması gerçekten takdiri hak ediyor. Çünkü anlaşılması zor ve bulmaca etkisi yaratan filmlerin, bana göre çok ince bir çizgisi var. Onu geçince durum gerçekten izlenmesi zevk vermeyen ve unutulan bir yapıma dönüşebiliyor. Kutsal Geyiğin Ölümü; filmi açtığım ilk dakikasından, son anına kadar gözümü kırpmadan izlediğim bir film oldu. Adeta hipnoz oldum bile diyebilirim. O kadar ilginç bir yapım ki; izlerken bir yandan büyüsüne kapılırken, bir anda kendinden nefret ettirecek kıvama geliyor ama yine de ondan kopamıyorsunuz. Etkilenmemek elde değil.
Filmi izlemeden önce; daha çok keyif almak ve olay örgüsünü biraz daha çözümleyebilmek için Yunan mitolojisinde bir efsane olan Iphigenia'nın kurban edilmesi hikayesi hakkında kısa bir araştırma yapmak gerekiyor. Filmin ana teması ve ilerleyişi, bu Yunan efsanesi etrafında dönüyor. Yani modern bir günümüz uyarlaması diyebiliriz. Tek fark olarak ise; sonunda bir ters köşeye hazır olmalısınız. Iphigenia'nın hikayesine kısaca bakarsak; İphigenia'nın babası Agamemnon, bir gün avdayken yanlışıkla Artemis'in kutsal geyiğini öldürüyor. Kutsal geyiğinin ölmesinin verdiği öfkeyle Artemis, rüzgarlar estiriyor ve Agammemnon'un ordusunu lanetliyor. Hastalıklarla boğuşan ordusunu kurtarmak için ise Agammemnon'na bir koşul sunuyor. Kızı İphigenia'yı kendisine kurban etmesini istiyor. Buna ne kadar karşı çıkmaya çalışsa da, sonunda kabul etmek zorunda kalıyor Agammemnon. Tam kızını kurban edecekken, Artemis bir geyik yolluyor ve İphigenia'nın canını bağışlıyor. Fakat onu ailesinin elinden alarak, hayatının sonuna kadar manastırında kapatıyor.
Efsaneyi temsil eden bir resim.
Efsane her ne kadar intikam dolu olsa da, sonu yine daha iyi bitiyor diyebiliriz. Ama filmde durum bu kadar umut vaat eden bir şekilde sonlanmıyor. Kalp cerrahı olan Steven Murphy; alkollü bir şekilde girdiği kalp ameliyatında, bir diğer karakterimiz olan Martin'in babasının ölümüne sebep oluyor. Martin, babasının ölümünün intikamını almak için Steven'a, ailesinin bir üyesini kurban etmesi gerektiğini söylüyor ve bunu yapmazsa bütün ailesini kaybedeceğini belirtiyor. Başta söylediklerine önem vermeyen Steven, zaman geçtikçe çocuklarının hastalanmasıyla şüpheye düşmeye başlıyor. Çünkü çocukları tıpkı Martin'in dediği şekilde; önce yürüme yetilerini kaybediyorlar, sonra yemek yememeye başlıyorlar. Bu durumla beraber anlıyoruz ki; Martin Artemis'i, ameliyatta ölen babası kutsal geyiği ve Steven da Agammemnon'u temsil ediyor. Babanın kutsal geyiği temsil etmesi elbette bir tesadüf değil. Çünkü filmin her ne kadar arka fonunda işleniyormuş gibi gözükse de, aslında ana temasının bir simgesi niteliğinde olan "baba" figürü oldukça önemli. Film baştan aşağı bir "baba/oğul" paradoksunu bizlere sunuyor. Karakterlerin kaderleri "baba"ları tarafından çiziliyor. Özellikle erkek çocuklarının, babalarına bakış açılarını yansıtmaya çalışıyor bizlere yönetmen. Adeta bizlere Freud'un baba/çocuk ilişkisine dair tespitlerini sunuyor. Oedipus Kompleksi adı verilen; çocukların karşı cinsteki ebeveynlerini, sahiplenme duygusu diyebiliriz. Özellikle erkek çocuklarının, annelerini sahiplenme duygusunu hissetmesiyle, babalarına karşı oldukça ağır bir öfke hissetmeye başlıyorlar. Babalarına öfke beslerken, bir yandan da onlara benzemeye çalışırken, kendisini ve etrafındaki diğer hemcinsleriyle kıyaslamaya başlıyorlar. Baba kavramı, ne kadar öfke duyduğu bir imge olsa da, ona benzemeye çalışarak ister istemez bir yücelik makamına çıkarıyorlar diyebiliriz. Filmin içinde de bu durumu, fazlasıyla görüyoruz. Steven'in oğlunun devamlı babasının fiziksel özelliklerini diğer insanlarla kıyaslaması ve annesini sahiplenmeye çalışması, Martin'in kendini babası gibi yemek yediği düşüncesine inandırması ve öyle olmadığını anlayınca yaşadığı hayal kırıklığı ve Steven'in babasıyla geçmişinde yaşadığı travmayı unutmaması, bu duruma verilecek birkaç örnek.
Baba figürü aslında, doğaüstü bir şekilde de aktarılmaya çalışılmış. Artemis'i temsil eden Martin, gittikçe zalimleşen bir tanrıya dönüşmesi de "baba" imgesine oldukça derin bir örnek. Hıristiyan dünyasında, tanrının "baba" konumunda sayılmasına da bir gönderme taşıyor. "El" metaforunun, film içerisinde en çok kullanılan metaforlardan biri olmasının bir nedeni de bu. Film boyunca Steven'in elleri övülüyor ve daima ön planda tutuluyor. Martin'in babasının kanı ellerinde olduğu mesajı da, Steven'in sürekli ellerini yıkaması üzerinden veriliyor. Devamlı ellerini temizlemeye çalışan Steven, aslında elinde olan kanı temizlemeye çalışıyor diyebiliriz. Bunun yanı sıra, Michelangelo'nun Adem'in Yaratılışı eserini hatırlatıyor bana. Tanrı'nın, Adem'e can vermesi iki el üzerinden tasvir edilirken; filmde ise adeta Steven elleriyle, verilen o canı alan konuma geliyor. Bir caniye dönen Steven'in, Tanrı olarak tasvir edilen Martin'e her ne kadar uğraşsa da boyun eğmesi; aslında bizlere, tanrı ve kulu arasındaki görünmez eli temsil ediyor.
Michelangelo/Adem'in Yaratılışı
Verilmek istenilen bu dini ve mitolojik mesajının ardında günümüz aile yapısına yapılan bir eleştiriyi de sunuyor. Aile kutsalını eleştiriyor diyebiliriz. Filmin her dakikasında, içindeki karakterlerin samimiyetsizliğini buram buram hissediyoruz. Bu durumun bilerek işlendiği açıkça belli. Adeta ruhları olmayan ve ellerine verilen senaryoya göre yaşayan insanlar adeta bir robot gibiler. Bu durum bize sosyal medyanın ya da hayatın her bir alanında gösteriş haline gelen o "mükemmel aile" ve "mükemmel insan" imajına gönderme olduğunu görüyoruz. Çünkü aile; oldukça mükemmel. Anne ve baba doktor, çocuklar okullarında başarılı ve sosyal anlamda da aktfiler. Anneleri ve babalarına saygılılar. Anne ve baba da birbirlerine saygılı ve örnek bir çift. Bu yapmacıklık ve mükemmeliğin verdiği hissin ardında; aralarında olan sevginin de bir gösteriş olduğunu hissetmeye başlıyoruz filmin ilerleyen dakikalarında. Özellikle "anne kutsallığı" ön plana koyulmuş. Steven'in iki çocuğu ve karısı arasında seçim yapması gerektiği anlarda bunu oldukça hissettiriyor seyirciye. Normalde bir annenin, çocukları yaşaması için kendi canını feda edeceğini düşünüyor insan, çünkü "kutsal anne" figürü daima bizlere bu şekilde yansıtılmış. Ama filmin içerisinde durum tam tersi. Kendi canını daima ön planda tutan anne, Steven'a kendisini seçmemesi için baskı yapıyor. Bunu açıkça söyleyerek yapmıyor ama hareketlerine yansıdığını görüyoruz. Annelik iç güdüsü bir yandan engel olmaya çalışsa da, yaşama arzusuna yeniliyor diyebiliriz. Steven'in en sevdiği elbiseyi giyerek onu kandırmaya çalıştığı ve "biz başka çocuklar da yaparız" dediği sahneler bunu kanıtlar niteliğinde. Zaten filmin en sevdiğim kısmı, karakterlerin yaşamak için verdiği çabaydı. Adeta yaşamak için yalvaracak duruma geliyorlar. Çocukların, babalarına sevimli görülme çabaları oldukça dikkat çekiyor. Oğlunun normalde babasına olan öfkesi, ölüm korkusuyla birlikte bir anda yok oluyor. Babasını ne kadar sevdiğini, annesinin değil onun oğlu olduğunu ve babasıyla aynı mesleği yapmak istediğini söylüyor. Kızlarıysa, kendi canını feda edip, ailesini kurtarmak istediğini söylerek; ters psikolojiyle babasının vicdanına oynamaya çalışıyor. Yönetmen burada bizlere, insanların kendi canı söz konusu olduğunda, en sevdiklerini bile kolayca harcayabileceğini acımadan gösteriyor.
Steven'nin tüm aileyi salona toplayıp, başlarına örtü geçirdiği son sahnede, adeta bir Haneke filmi izliyormuş gibi hissediyorum. Eline aldığı silahıyla görüyoruz sonra Steven'i. Rastgele birini vurmak için çabalıyor. Burada bir seçim yapamadığını görüyoruz. Çocuklarının okuluna gidip, hangisinin daha başarılı olduğunu sorguluyor. Filmin sonlarına doğru, ölümleri için bir sebep arıyor adeta. Son sahneye kadar Artemis'in bir geyik göndermesini bekledim. Hatta kurban olarak kızını seçmesi ve daha sonra zaten kızla bir ilişkisi olan Martin'in onu da alıp şehri terketmesini bekledim, efsanede olduğu gibi. Ama beklediğim sonuç olmadı. Martin, Artemis'ten daha acımasız bir tanrıydı. Bir babanın günahını, yine bir çocuk ödemişti. Bu ölüm kesinlikle bir tesadüf değil, mesajdı. Filmin en başından belliydi belki de öleceği. Steven'in soyadı gibi Murphy kanunlarını hatırlatıyor aslında. Kötü bir şey olacaksa, önüne geçilmesi imkansızdır ve ne kadar kaçmaya çalışırsan çalış, gelir seni bulur.
Filmin içinde oldukça fazla metafor kullanılmış, hepsini yakalayabilmek elbette imkansız fakat en çok dikkatimi çeken birkaç ayrıntıdan bahsetmek istiyorum. Filmin son sahnesindeki cafede, patates kızartmasının üstüne sıkılan ketçap aslında göründüğü kadar masum değildi. Ketçap bizlere kurbanın kanını temsil ediyordu ve adeta karşı masada oturan Martin'e isteğinin gerçekleştiğinin haberi veriliyordu. Bunun dışında saatin ve deri kolluğunun ön planda olması; bizlere geyiği ve zamanın azalmasını hatırlatıyordu. Alkolün ve cinselliğin ön planda olmasıysa, Steven'in çocukluk travmalarını temsil ediyordu. Martin'in en sevdiği filmi izlerken, filmin içinde geçen tanrıyla ilgili olan bir diyaloğun özellikle gösterilmesi, Martin karakterine yönelik verilen en önemli ipucuydu.
Kutsal Geyiğin Ölümü; müzikleri ve vermek istediği mesajlarıyla son zamanlarda izlediğim en iyi gerilim filmlerinden biriydi. Özellikle filmin içinde kullanılan müziklerin de bir anlamı vardı. Ellie Goulding/Burn şarkısını kullanılması ve bunu Steven'in kızının söylemesi de güzel bir ayrıntıydı. Filmi izledikten sonra şarkının sözlerine bakmanızı öneririm. Yönetmenin kullandığı metaforlar ve mitolojik efsanenin ardında dönen bu hikaye; güçlü oyunculuklar ve sinematografisiyle birlikte izlenmeye değer. Sonunun beklenilen gibi bitmemesi de; yönetmenin realist bir perspektiften bakmasının bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Sonuçta günümüze uyarlanan bir hikayeyse, dünyamızın acımasızlığına bürünmesine şaşırmamak gerek, öyle değil mi?
Hoşça kalın!
Filmi 2 yıl önce izlemiş ve çok etkilenmiştim. Bu yazıyı okuyunca her şey daha da netleşti. Çok güzel yazmışsınız gerçekten 👏