Advertisement Tracker

İki Ayağının Üzerinde Duran Tilki

İki Ayağının Üzerinde Duran Tilki
  • 4
    0
    1
    0
  • Giriş

    İki arka ayağının üzerine dikilmiş, insan gibi düşünen ve yine insan gibi dertleri olan tilkilerden bahsediyorum. Kulağa fabl öyküsü gibi geliyor, aslında öyle de denilebilir. Sinemada bir fabl. Wes Anderson’ın 2009 yılında çekimini tamamlayıp beyaz perdeye sunduğu ilk animasyon filmi olan Fantastic Mr. Fox’dan bahsediyorum. Bu yazımın derdi tamamı ile bu film olmasa da onun aklımın ucundaki bir tasavvurun yapboz parçalarının bazılarını bir araya getirdiği ve getirmek üzerine olduğu için filmden çokça bahsedeceğim. Tatbikî esas mevzu onun aklımdaki bulanık görüntüsüne mercek olduğu tasavvurum olacak. Bunun için filmi izlediğinizi düşünerekten konuşacağım. Derdimi masaya yatırken filmi bu derdimin meşrulaştırıcı aracı haline getirmekten ziyade bunun böyle tasavvur ettiğimi izah etmek ile başlamak yerinde olacaktır.

    Hakikat

    Meşru araca dönüştürmek ve onun böyle olduğuna kuşkusuz kanat getirmek aslında yine okuyucunun algı ve niyeti meselesidir. Bir sanat eseri her insanda farklı duygu ve düşünceleri aklına getirebilir, bu da çok doğaldır. Eserlerin her insanda farklı farklı hülyalar yaratması, değişik tasavvurlara yöneltmesi insanların o anki ruh halinden, hayat doktrinine kadar birçok nedenden kaynaklanmaktadır. Eser kendi mesajını yani niyetini apaçık okuyucuya vermiyor -bu pek görülmüş bir şey değil- kişinin algılamasına bırakıyor ise bu farklılık tamamen doğaldır. Bu yüzden eserlerin bir tek doğasının, mesajının olduğunu düşünmek pekte mantıklı değil. Sofist bir yaklaşım ile her şeyin ölçüsünün insan olduğu ve bu ölçüler arasında kıyaslamaların manasız olduğunu düşünmekteyim. Protagoras insanı merkeze alan tutumu ile “bütün şeylerin ölçüsü insandır, varolanların var olduğu, var olmayanların var olmadıkları için... her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin içinde öyle...”[1] diyerek bu farklılığı yani çok sesliliği dile getirir. Her ne kadar yaratıcı bir niyet ve iletmek istediği bir mesaj ile yaratım yapmış olsa da yatılan şeyin okuyucuda farklı tasavvurlar oluşturmasından dolayı yaratılan ile yaratıcı arasında kesin bir bağ görmemekteyim. Çoğu zaman yaratılan şeyin vermek isteği mesajı okuyabilmek için yaratıcıdan ve onu etkiyen faktörlerden yardım alsam da işin sonunda bu mesaja dair çıkarsamalarım hep kendi algımdan oluşan bir çıkarsama oluyor. Tabii yaratıcıdan, onun sanatından doğrudan beslendiğim için bu çıkarsamam tatbikî saf benim algımın ürünü olduğunu iddia da edemem. Zaten sanatın bende karşılığı tam olaraktan da bu. Yani bu sanat eserlerinin tekbir mesaja, doğaya sahip olduğunu iddia etmek, bu konuda bir konsensüse varmak istemek, bunun için çabalamak bence yanlış bir meşguliyettir. Doğrunun kendisinin bilinmezliği göz önüne alacak olursak sanat yapıtlarında bir doğru aramak son derece yanlıştır. Ayrıca sofistler doğruluk hakkında “hiçbir görüş diğerinden daha doğru olmamakla birlikte biri diğerinden daha iyi olabilir”[2] şeklinde düşünmüşlerdir. Herhangi bir mevzuda hakikatin tek ve mutlak olduğu anlayışı beraberinde o konuda körelmeyi ve yozlaştırmayı getirir. Tarihte teksesliliğin her daim beraberinde körelmeyi getirdiği bir gerçektir[3]. Sanat eserlerini ve bizzat sanatın kendisini çok sesliliğin sağlayıcısı olarak görüyorum. O yüzden bahsi geçen film üzerine yazımda benim duygu ve düşüncelerim söz konusu olmak ile beraber bu eserden nemalanmak sureti ile oluşumuna katkı sağlayan tasavvurumdan bahsedeceğim. Yazının bir film okuması olmadığının da altını çizmek isterim.

    Filme Kısa Bir Bakış

    Filme olan bakışımı yani algıladığım mesajı anlatmak tasavvurumun oluşumunda ne yönde etkili olduğunu anlatmak bağlamında etkili olacağından filme kısa bir bakış atmak yerinde olacaktır. Bu yazım bir film okuması olmadığı için her sahneye nüfuz etmeyeceğim zira anlatılması, okuması yapılması gereken çok sahnesi var.

    Filmin başında tilki ailesi çocukları doğmadan önce bir tilkiden beklenileceği üzere avlanmak sureti ile temel ihtiyaçları olan beslenmelerini yerine getirmektedir. Çocuklarının olacağı haberinden sonra Mrs. Fox bu işin tehlikeli olduğunu Mr. Fox’a söyler ve daha uygun bir meslek edinmesini ister. Burada tilki birliğinin içerisini konjonktürü değiştiren bir yeninin dahil olduğunu görürüz. Yani çocuğun var olacak olması ile tilki birliğindeki yapı değişir. Baba tilki yani Mr. Fox bundan sonra on iki yıllık bir süreç içerisinde bu yeni yapıya uygun bir iş yapar, gazeteci olur. Bundan sonra baba tilkinin edindiği dertlerin bu yeni sisteme uygun derler olduğunu görürüz. Baba tilki fakir hissettiği için yeni bir yuva ihtiyacı olduğunu söyler ve bunu dert edinir. Bu sistem değişikliğinden sonra tilkinin medenileştiğini görsek de -yeni sisteme uygun davranış ve haller- bazı sahnelerde tilkinin vahşi doğasına dair nüanslar görürüz. Bunlardan en barizi Mr. Fox’un avukat porsuk ile kavgaya tutuştuğu sahnedir. Bu sistemin getirdiği değişimler anne tilkide de gözlemlenebilir. Anne tilki bu süreç içerisinde bir yetenek kazanmış, estetik kaygılar ile sanat eserleri üretmeye başlamıştır. Bu konuda epey bir ilerleme kaydettiği resmettiği resimlerden anlaşılmaktadır. Havuza dalış sahnesinde anne tilkinin resmettiği resim bir landscape resmi olup daha çok modern ve çağdaş sanat tarzına yakındır. Ayrıca diğer sahnelerde de anne tilkinin yapmış olduğu eserlerde yıldırımın bariz bir şekilde kullanması doğanın hiddetine veya doğanın vahşiliğine dair bir gönderme olarak okuna bilir. Ayrıca ben Mrs. Fox’un yapmış olduğu bu resimleri John Brosio’nun resimlerine çok benzettim[4]. 


     
    Mr. Fox yeni evinin karşında eski yaşam biçimine davetiye çıkaracak cinste oluşumları yani üç fabrikanın karşısında olmasından mütevellit iler ki sahnelerde avlanmaya özlem duyduğunu dile getirir. Mr. Fox avlanmak sureti ile mutluluğuna kavuşabileceğini dile getirir ve avlanmak için bir takım planlar yapar. Mr. Fox bu sahnede yuvasına bakarken varlığını sorgulamaya başlar. “Kimim ben?” “Neden bir tilkiyim?” “Neden bir at, bir böcek yada beyaz başlı kartal değilim?” gibi sorular sorar ve apaçık devamında varoluşunu sorguladığını dile getirir. Mr. Fox’un Nasıl mutlu olabileceğine dair soru sorduğunda da o anki yaşantısında mutlu olmadığını anlarız. “Dişlerinin arasında bir tavuk olmadan” sözü ile nasıl mutlu olacağını da söyler. Sistemin içinde uyum yakalamış ve onun bir parçası olmuş fare ise bu söze karşılık onu anlamadığını ama kulağa yasadığı geldiğini söyler. Mr. Fox yeni hayatının ilk avlanmasını gerçekleştirdikten sonra bir kez daha avlanmak ister. Avda yaşadığı aksilik üzerine kuyruğunu kaybeder ve yaptı şeyden pişmanlık duymaya başlar. İnsanlar tilkinin oyuğunu bulur ve yuvalarını yok ederler. Anne tilki bu durum üzerine “neden bana verdiğin sözü tutmadın?” der. Mr. Fox’un cevabı ise “çünkü ben bir vahşi bir hayvanım” olur ve ardından anne tilki onun baba ve eş rolünü hatırlatır. Burada anne tilkinin “sen değişmediğin takdirde öleceğiz” demesi ile bu sistemde hayatta kalabilmeleri için gerekli olan şeyi söylemiş olur. Bundan sonra insanlar ve hayvanlar arsında kaçış-kovalamaca olur. Mr. Fox’un sisteme aykırı davranışı bu şekilde cezalandırılmış olur. Bu kaçış-kovalamaya diğer hayvanlarda dahil olur. Mr. Fox anne tilki ile olan yüzleşmede kendisinin tekrar vahşi bir hayvan olduğunu hatırlatır ve avlanmak gibi meziyetlerde iyi olduğunu bu şekilde moral edindiğini söyler. Bunun üzerine anne tilkide vahşi hayvan oldukları gerçeğini dile getirir ve onun ile evli olmaktan duyduğu pişmanlığı dile getirir. Mr. Fox büyük plan sahnesinde hayvanlara olan seslenişinde bir oda dolusu vahşi hayvan gördüğünü söyler ve kendilerine has yeteneklerinin ve doğalarının olduğunu ekler. Türlerinin kendilerine has güçleri ve zaaflarının olduğunu söyler. Ve her hayvan kendilerine has meziyetlerini kullanarak planı uygulamaya koyar. Yapılan iş bölümü ve plan işe yarar ve kaçırılan yeğen Kristofferson kurtarılır. Bu kurtarma sahnesinden sonra her şeyin filizlendiği kurt sahnesi gelir[5]. Kaçış ekibi motor ile yol alırken karlı dağın tepesinde bir kurt görürler. Filmin akışı içersin de akışı bozar gibi görünen bu sahneye daha sonra fazlası ile değineceğim. Filmin sonlarına doğru vahşi hayvanlar kanalizasyonda yaşamaya başlarlar. İnsanların dediği gibi aslında orası bir tilkinin doğasına aykırı olan bir yerdir. Bu vahşi hayvanlar geçimlerini başlarına bela olan üç fabrika sahibinin marketi ile devam ettireceğe benzemekle beraber film burada biter. Anlatmış olduğum sahnelerin dışında filmin imgesinin anlaşılabilmesi için değinilmesi gerekilen çok fazla mühim sahne olmasına karşın değinmiş olduğum tüm bu sahnelerde sadece tasavvuruma katkısı olan sahneleri kendi algım ile anlatma gereğinde bulundum.

    Balyoz Etkisi ve Tasavvurum

     
     

     Yazının esas mevzusunu oluşturan bende balyoz etkisi yaratan o sahneye detaylıca değinmenin, tasavvurumdaki katkısından bahsetmenin sırası geldi. Filmi arkadaşım ile beraber izlerken demin yukarıda anlatmış olduğum sahnelerin -kurt sahnesi dışında- hiçbirinde seyir halinde iken aklımda tam anlamı ile bir düşünce oluşmadı, sıradan bir film gözü ile baktım diyebilirim. Anlatmış olduğum tüm o sahnelerin okuması kurt sahnesinden sonra aklıma düşen ve filizlenen düşüncelerden sonra “bu filmin bir derdi var” diyerekten filmi ikinci ve üçüncü izleyişimde oluştu. Yani kırılma noktası, balyozun acısını hissetiğim o sahneydi. Arkadaşım ile beraber o sahneyi izlerken sahneden etkilenmemiz daha doğrusu bir anda ne olup bittiğini idrak edemediğimiz ve bu sahne bir şeyler oluyor diyerekten durdurup üzerine konuşmaya başlamamız ile beraber bende film ayrı bir boyuta geçti. İlk anda hissettiklerimi tam anlamı ile tarif edememiş sahneyi filmi izledikten sonra defalarca kez izlemiştim. Bu durum Süleyman Kıvanç bir yazısında “Bir filmin üzerine konuşurken de hissettiklerimizi tarif etmekte bazen oldukça zorlanırız. İyi bir filmi izledikten hemen sonra üzerine bir şeyler söylemek bazen oldukça zordur. Çünkü akla gelen ilk sözcükler içimizdeki hisleri açığa çıkarmakta yetersiz kalır. Kavramlar soğuk gelir. Marcel Proust’un da dediği gibi “bir dünyada düşünür ve konuşur bir başka dünyada yaşar ve hissederiz”[6] diyerekten çok güzel ifade etmiştir. Film bu sahnesine dair düşüncelerimin bir yapıya kavuşması ise yeni benim algım ile olan bir meseledir ama sahnenin imgesi bende açıklayamadığım bir tasavvuru açıklamamda, kelimelere dökmemde yardımcı olmuştur.

    Sahneyi detaylıca konuşmak gerekirse tilki ve diğer hayvan arkadaşları Kristofferson’ı kurtarttıktan sonra motor ile yol alırken karlı bir dağın tepesinde siyah-gri bir kurt görürler. Tam o sahnede lullaby tarzı epik bir sound[7] girer ve sahne tam anlamı ile başka bir hüviyet kazanır. Öyle ki çoğu kimse bu sahneye anlam veremez ve filmin akışını bozduğunu düşünür. Kurt dikkat çekici bir şekilde diğer hayvanların aksine dört ayağının üzerinde karların üstünde yani kendi doğasında durur. Kurdun bu duruşu Caspar David Friedrich’in “Bulutların Üzerinde Yolculuk”(Der Wanderer über dem Nebelmeer)[8] resmindeki figürün duruşunu andırmaktadır.

    Mr. Fox daha önce kurtlara karşı fobisinin olduğunu söylese de kurda müthiş bir ilgi ve hayranlık beslemektedir. Nereden geldiğini, ne yaptığını sorar ama kurt onlar gibi ne iki ayağının üzerinde duru ve nede bu sorulara karşılık verir. Bunun üzerine Mr. Fox onu işaret ederek “Canis Lupus” der. Bu kurdun Latincedeki karşılığıdır. Mr. Fox bir sahnede “DNA’mızla alakası olan bilimsel Latin isimli vahşi hayvanlar görüyorum” der. Yani Mr. Fox kurdun saf vahşi bir hayvan olduğunu görür ve Latince ismini söyler ve sonra kendi Latince ismi olan “Vulpes Vulpes” der. Kurt Mr. Fox’un tüm iletişim kurma cabalarına tepki vermez. Ve sonra kurda “bende kurt fobisi var” der gözleri yaşarır ve sağ yumruğunu sıkıp havaya kaldırır. Bu işaret Mr. Fox’un kendi içindeki devriminin bir işareti olabilir. Tilkinin gözlerinin yaşarması ise kurdun kendi özüne sağdık kalışına, vahşiliğine olan hayranlığının duygusal göstergesi olabilir. Zira Mr. Fox kurdun tam aksine göre yaşamaktadır. Kurt “Canis Lupus” adının hakkını verir tarzda bir yaşam sürerken Mr. Fox daha henüz “Vulpes Vulpes” olamamıştır. Yani tilki kendi varlığı ile alakalı sıkıntılar yaşamaktadır. Tam anlamı ile varoluşsal dertler içeresindedir. Bu yüzden Mr. Fox kendi varlığının peşine düşmüştür.  Varoluşçuluğun önemli isimlerinden biri olan Miguel de Unamuno kişinin varoluşunun peşine düşmesi ile alakalı düşüncelerini şöyle belirtir; “Başkası olmayı istemek, olduğun kişi olmayı bırakmayı istemektir. Kişinin başkasının malı veya bilgisine sahip olmasını istemesini anlıyorum, fakat başkası olmak, bunu anlayamıyorum.”[9]. Mr. Fox’un çoğu doğduktan sonraki yaşantısında tam anlamı ile bir başkası olmuştur, dertleri onun vahşi tilki özünden uzaktır. Bundan rahatsızlık duyduğunu yani varoluşsal sıkıntılar yaşadığını kendisi de söylemektedir. 

    Benim bu kurt sahnesine derin anlamlar ve manalar yüklemem, buradan bir çıkarsama edinmem şüphesiz algım ve o algımın nemalandığı daha önceleri aklıma düşmüş olan idealarımdan kaynaklanmaktadır. Yazının başında da dediğim gibi yaratımlardan farklı farklı düşünceler ve duygular edinme çok doğal bir şeydir. Yaratıcının yaratımındaki niyeti ve fikrini de çok merak etmekteyim. Bu merakım belki de yaratılan şeyin hakiki manasını kavramak olarak değerlendirile bilir ama hakikat hakkında ettiğim lafızlarda yatıcının niyetini yaratılan şeyde mutlak hakikat olduğu gerçeği reddetmiştim. Daha doğrusu hakikatin tekliğini reddetmiştim. Bu reddim halen daha devam etmek ile beraber yaratıcının niyetine olan merakım kendi çıkarsamamı meşrulaştırmaktan ziyade saf bir meraktır. Önemli olan şey yaratılanın içimizde, aklımızda oluşturduğu idealardır.  Wes Anderson’ın filmin bu sahnesi hakkında söyledikleri ise şunlardır:

    “‎Kurt sahnesini sevmeyen insanlar vardı. Özellikle çok önemli bir kişi. Ve dedi ki, bu sahnenin filmde ne işi var anlamıyorum. Ve ona her zaman şunu söylerdim, bunu kesmeyeceğim. Filmi bu yüzden yapıyorum.‎”[10] 

    Wes Anderson’ın bu filmini eğer bir fabl olarak düşünecek olursak -ki ben bu filmi bir fabl olarak düşünüyorum- film bir mesaj içermesi gerekmektedir. Aslında her film bir niyet ile izleyici karşısına çıkar. Şöyle ki anlatmak istediği bir derdi olan her filmin bir ideolojisi vardır. Ertan Yılmaz sinemanın bu yanı hakkında “Genelde sinema, özelde popüler film bir yanıyla yanlış bilinci üretir, bir yanıyla bir sınıfın dünya görüşünü savunur ve aktarır, bir yanıyla toplumu bir arada tutan değerleri oluşturur ve toplumsal bir sıva işlevi görür, bir yanıyla da bütün bunları somut ve maddi bir pratik olarak yapar”[11] demiştir. Bu bağlamda Wes Anderson’ın bu fabl tarzı filmi çekmesinin de bir niyeti olduğu düşünülebilir. Aslında Wes Anderson kurt sahnesi hakkındaki açıklamasında bu sahneye verdiği önemden derdinin, yani niyetinin bu sahnede olduğu düşünülebilir. Hatta belki de Mr. Fox’un derdi -varoluşsal dertler- Wes Anderson’un derdi olabilir. Fabllar “Kahramanları çoklukla hayvanlardan seçilen, sonunda ders verme amacı güden, genellikle manzum hikâye, öykünce”[12] demek olup Wes Anderson bu bağlamda izleyiciye bir ders vermek istemiş olabilir.

    Fabl yazarları hayvanlar yardımıyla, insanların kusurlarını, zayıflıklarını göstermiştir. Bir bakıma insanı insana anlatma yönetimi hayvanların ağzı ile olmuştur. Fabllarda adı geçen her varlık bir alegorik unsurdur; yani bir değeri temsil etmektedir. Her hayvanın da simgelediği bir değer vardır. Tilkiler genellikle kurnazlığın simgesi olmuştur[13]. Ortaçağ fabllarında ise, özellikle Fransız kasabalarında ortaya çıkan Roman de Renart’da hayvanlar belli başlı kişileri simgelemekteydi. Yağma peşinde oradan oraya dolaşan bir şövalye kurt iken zeki ve uyanık bir şehirli tilki ile simgelenmekteydi.[14] Wes Anderson’un bu filminde ise tilki fabllarda ve yahut halk hikayelerinde daha önce duymuş olduğum hiçbir değeri simgelememekte. Fablların insanı anlattığı söylemiştim bu minvalde direk olarak tilki insanı simgelemiş olabilir. Benim özümsediğim şekli ile Mr. Fox bir tilki olarak bizzat insanı simgelemektedir. Filmin aklımdaki tasavvuru oluşturuş şeklide buydu. Tilki insan gibi yaşamaktan dolayı sıkıntılar yaşar varlığını, kim olduğunu sorgular. Yani özünü aramaya çalışır. Kurda duymuş olduğu hayranlıktan ve avlanmak gibi ilkel -modern dünya sistemine uymayan hal, hareket ve düşünceler- davranışlarından da anlaşılacağı üzere bulunduğu insansı yaşamın özü olmadığını, kurdun yaşamış olduğu gibi bir yaşamın kendi özüne uygun bir yaşam olduğunu düşür. Bu da aslında benim uzun bir müddet aklımda tasavvur ettiğim bir düşünceydi. Okuduğum, yaşadığım, düşündüğüm, düşündürüldüğüm tüm bu ideaların oluşumunda ön ayak olan her şeyin etkisi ve bunları algılayan aklım ile insanın doğasından uzak bir şekilde tarih boyunca evrilerek ve sürekli bu evrilmelerde özünden uzaklaşarak en sonunda modern dünyada özünden olabildiğince uzak haliyle yaşadığını düşünmekteydim. Evet bu filmi ve bu sahneyi bende bu kadar manalı kılan şey buydu. Tasavvurumu betimlemiş, derdimi bir tilki üzerinden anlatmış olmasıydı. Sanat eserlerinin dilimde, aklımda olan ve bir türlü çıkarmadığım tasavvurlarımın sözcülere dökmekteki mahareti sayesinde bu tasavvuruma o sahnede kavuşmuştum. Bu defalarca yaşamış olduğum yaşamaktan kıvanç duyduğum bir şey. Adına ise balyoz etkisi diyorum. Bir resim, bir söz, bir film kafama balyoz gibi iniyor ve anlatamadığım, sözcüklere dökemediğim tasavvurlarım gözümün, dilimin ucuna geliyor.
     
    İnsanlık, tarihinde her zaman daha iyi koşullar için yeni sistemlere entegre oldu. Aslında  çoğunlukla entegre edildi. Toplumlar ilkel komünal sistemin ardından köleci sisteme oradan feodal sisteme ve kapitalist sisteme geçiş yaptı. Sistem sürekli yeni ile entegre olarak değişti[15]. Bu değişim ile beraber insana dair olan her şeyde değişti. Otoriteler, iktidarlar, kuvvetler çıkarları doğrultusunda – çoğunlukla kendi çıkarlarını zümrenin çıkarları olarak da gördüler- işlerine gelen yeni sistemlere geçmek istediler. Bu kuvvetler reyalarınıda bu sisteme entegre ettiler, zira zaten dışarda kalanlar heretikleştirildiler. İnsanın ruhu bu evrilmede inceldikçe inceldi özü olarak kabul edilebilecekleri o ilk hallerinden epey bir uzaklaştı. Arık çoğu şey topluma yani sisteme uygun görülmedi ve lanetlendi. İncelen bu ruhlar özünden uzaklaştı. Jack London’ın deyişi ile: “Yaratılıştan buyana geçen binlerce yılda insanoğlunun yukarı doğru tırmanışında nice acılarla elde ettiği bütün kazanımlar yitip gitmişti” İnsan insana bir yumruk salladığında neredeydi o nice acılarla elde edilen kazanımlar?”[16] İnsanlar kitleler halinde şiddet kustuğunda neredeydi o kazanımlar?  Ney içindi tüm o göz yaşı ve vahşilik? İktidarlar kendileri için daha iyi olanı elde etmek için o vahşiliğine döndü. Mr. Fox avukat ile dalaştığında, Martin Eden tüm o vahşiliği ile öldürürcesine yumruk salladığında tüm o nice acılar ile elde edilen kazanımlar yok olup gitti, saf kandan vahşilik çıktı. 
     

    İnsanın bazı halleri kendisine yakıştırılmadı, bu haller toplumda ayıplandı. Oysaki bunlar her şeyi ile insanın kendisiydi. Spinoza “Sevgi, nefret, öfke, kızgınlık, kıskançlık, kibirlilik, acıma (misericordia) ve ruhun diğer devimleri gibi insani duyguları kötülükler olarak değil ama insan doğasının özellikleri olarak göz önüne aldım: bunlar sıcağın, soğuğun, fırtınanın, yıldırımın ve tüm hava durumlarının havanın doğasına ait olması gibi insanın doğasına ait var olma tarzlarıdır”[17] diyerek insanın tüm bu huylarının, davranışlarının doğasına ait olduğunu söyler. Bugün bu huylar insanın kötü huyları olarak adlandırılıyor, bu insanların kötü olduğuna kanaat getiriliyor. Oysaki insan belki de özünde bu. Kıskanan, nefret eden, korkan, gülen, ağlayan, acıyan ve daha nicesi. Bu medeniyet inşasında gölgemizden utanır olduk, ondan kaçar olduk. Ona karanlık tarafımız dedik ötekileştirdik. Ansızın ücra bir köşede aklımıza nüfuz ettiğinde deli olduğumuza kani olduk. Yalnızken aklımıza ilişen o düşüncelerin kirliliğine kani olduk. Nietzsche insanın yalnızken aklına hücum eden karanlık tarafı hakkında “Zaman zaman tam da küçük kent en ıssız, en karanlık karaktere iter bizi”[18] der. İnsan artık buna evrilmişti, ince bir ruha sahipti. Ölümü de yaşamı da kabul ediş şekli incelik taşıyordu. Ölüm töreselliğinden çıkıp ta vahşiliğine tanık olduğumuzda yine o kazanımlar yitip gidiyordu. Humphrey van Weyden böylesine bir ölüme tanık olduğunda “Ölüm benim için hep bir törensellik ve ağırbaşlılıkla özdeşleşmişti. Ortaya çıkışında huzurlu, törenselliği içinde kutsal olagelmişti”[19] diyerek vahşiliğin medeniyetten çok daha yakın olduğunu anlayacaktı.
     
    Hayvanların bir doğası var ise ve bunu kabul ediyor isek İnsanın da bir doğası olabilir diye bilimiyiz? Ben tilkinin doğasından insanın doğasına doğru bir okuma yaptım bu okuma ne kadar doğru olabilir.

    Değişimin Önlenemez Olması

    Yukarda bahsettiğim tasavvurumun oluşumu ve onu yazıya dökme işi epey bir vakimi almıştı. Bugün ise bu tasavvuru daha net bir şekilde yazıyorum, yazıyorum ama yazdığım o tasavvur şuan aklımdaki tasavvur değil. Yazının kurgusu gereği buna ellemedim, o günkü tasavvurumu aynen anlattım. İnsan okudukça, yaşadıkça, tecrübe ettikçe aklına yeni idealar hücum eder ve eskinin mutlak otoritesini yıkıp geçer. Bendeki değişimde böyle oldu. Buna insanın gelişimi de denilebilir. Değişmeyen insan kendini ne kadar geliştirmiş sayılabilir ki? Günbegün değişimi hissetmeyen insan, kendini hapis eden insan değil midir?

    Elbette buna direnmekte mümkün. Görmezden gelinerek, kendini kandırarak direne bilirsin. Eskiyi muhafaza edebilirsin. Ben yeniye direnmemeyi onu olduğu kabul etmeyi, doğrunun ve hakikatin elde edilemeyeceğini kabul ettim. Değişim karsızlık ile eşanlamlı görülmüş muhafaza etmek ise istikrar sayılmış bu ülkede, yeni olan hep öfke ile karşılanmış. “Tükürdüğünü yalamak” diye bir deyiş bile var. İnsanlar birbirini "deyişti bu" diyerek ötekileştiriyor. Kararlılık kutsanmış.

    Değişen yeni sistemlere entegre olan dünyada değişmeyen, değişime direnen her şeyin sonlu olduğuna kanaat getiriyorum. Değişim ve yenilik kaçınılmaz geliyor. Bu tarih boyunca hep böyle olagelmiş mi? Yeni çıktığı anda mevcut eski olur ve ne kadar çabalar ise çabalasın yerini ona bırakmak mecburiyetinde olur. Ne iktidarlar nede meşruiyetini göklerden alanlar nede bir başkası yenin yanında direnemez. İnsanın özüne ve doğasına dair tasavvurum bugün bam başka bir hal aldı. Her canlının, yaşamın öncelikli gayesi kendi varlığını korumaktır. Her canlının yaşamını korumak gibi bir eylem vardır[20]. Değişen sistemlerde yaşamını idame ettirme hareketi de doğal olarak değişir. İlkel komünal toplumlarda yaşamını dolayısı ile varlığını koruma eylemi ile modern toplum insanın varlığını koruma eylemi birbirinden farklıdır. Modern sistem içersin de ilkel insanlar gibi var olmak ne derece doğru bir hareket? Bu kulağıma romantik, gerçeklikten uzak bir söylem gibi geliyor. Tüm bu karmaşık, kompleks sistemler dünyasından kaçıp doğa ile bütün yaşamayı yorgunluğumdan dolayı istemiyor değilim. Eğer böyle bir hayat yaşıyor olsaydım -bu yaşamın zorluklarından bihaberim- belki de eski hayatımı özlemezdim çünkü kulağa çok dingin geliyor. Ama her yaşamın ve sistemin kendine has dertlerini ve zorluklarını unutmamak gererek. Öyle bir yaşamda yine varlığımı ve özümü bulmuş olur muydum? Muhtemelen olmazdım. Bütün nedenlere cevap getire bileceğim bir yaşam sistemi henüz tasavvur edemiyorum. Belki de “öz” denilen şey insanın mevcut varlığının bıkkınlığından dolayı çıktığı arayıştır. 

    Tüm bunları bir kenara bırakacak olursam kurdun özünü yaşıyor olması -değişim geçirmediği için ilk hali ile var olmaya devam ediyor, buna ne kadar öz denile bilirse o kadar öz- belki de varoluşunu bulmuş olması tilkinin gözünü yaşartmış olabilir ama şunu söylemeliyim ki tilkinin varoluşunu araması -her ne kadar “öz” hakkında yanılıyor olduğunu düşünsem de- benim de gözümü yaşartmıştı. Varoluşumu kavradığım anda başka bir balyozun etkisi ile tekrar varoluşumu arama başladım…

                             

    Dipnotlar

    [1] Platon, Diyaloglar II, ‘Theaitetos’, (çev. Macit Gökberk), İstanbul 1986, s. 193; 152 a-b.

    [2] Ayhan Bıçak, Felsefe ve Tarih, Dergah Yayınları, İstanbul, s. 102.

    [3] İbrahim Şirin, “Tarihsel Bakış Açısının Toplumsal Çatışmalardaki Rolü”, Toplumsal Araştırmalar Dergisi, 1/1 (2005): 67-76

    [4] John Brosio’nun resimleri için bakınız: https://www.booooooom.com/2016/02/26/artist-spotlight-john-brosio/#more-77427

    [5] Kurt sahnesi: ""
     
    [6] Süleyman Kıvanç Türkgeldi, “Montajın İmkânları ile “Kaosu” Düşünmek”, SineFilozofi Dergisi, 1/2 (2016): 12.

    [7] Bahsi geçen soundtrack için bakınız: "<iframe src="https://open.spotify.com/embed/track/7a1WyXQXzop2L21X1MLxiu?si=c550278e4bb24eeb"?utm_source=generator" width="100%" height="380" frameBorder="0" allowfullscreen="" allow="autoplay; clipboard-write; encrypted-media; fullscreen; picture-in-picture">

    [8] https://tr.wikipedia.org/wiki/Bulutlar%C4%B1n_%C3%9Czerinde_Yolculuk

    [9] Miguel De Unamuno, Hayatın Trajik Duygusu, çev. Mehmet Sait Şener (İstanbul: Divan Kitap, 2007), 25

    [10] https://movies.stackexchange.com/questions/3410/what-is-the-significance-of-the-appearance-of-the-wolf# ve ""

    [11] Ertan Yılmaz, Sinema ve İdeoloji İlişkileri Üzerine, (Derleyenler:Burak Bakır, Yörükhan Ünal, Sali Saliji), Sinema İdeoloji Politika, Nirengi Kitap, Ankara. s.63

    [12] Elif Sakut, “BIRSEY WUMAR VE İVAN KRİLOV'UN FABLLARINA KARŞILAŞTIRMALI BİR BAKIŞ”, Uluslararası Dil, Eğitim ve Sosyal Bilimlerde Güncel Yaklaşımlar Dergisi”, 2/2 (2020): 652

    [13] Yıldız Yenen Avcı, “LA FONTAINE’İN FABLLARINDA ALEGORİK ÖGELER VE BUNLARIN TEMSİL ETTİĞİ DEĞERLER”, Bayburt Eğitim Fakültesi Dergisi , 7/2 (2012): 39-53

    [14] Ye. Agibalov- G. Donskoy, Ortaçağ Tarihi, çev. Çağdaş Sümer (İstanbul: Yordam Kitap, 2017), 159

    [15] Agibalov-Donskoy, Ortaçağ Tarihi, 271

    [16] Jack London, Martin Eden, çev. Levent Cinemre (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020), 154

    [17] Baruch Spinoza, Tractatus Politicus, çev.  Murat Erşen (Dost Kitapevi, 2007), 13

    [18] Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi çev. Mustafa Tüzel (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014), 116

    [19] Jack London, Deniz Kurdu, çev Fadime Kahya (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020), 20

    [20] Ahmet Faruk Çağlar, Yaşamın Amacı Olarak Yaşam (Ketebe Yayınları, 2019), 254

    Kaynakça

    Agibalov, Y., & Donskoy, G. (2017). Ortaçağ Tarihi. (Ç. Sümer, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.

    Avcı, Y. Y. (2012). LA FONTAINE’İN FABLLARINDA ALEGORİK ÖGELER VE BUNLARIN TEMSİL ETTİĞİ DEĞERLER. Bayburt Eğitim Fakültesi Dergisi, 39-53.

    Bıçak, A. (2015). Felsefe ve Tarih. İstanbul: Dergah Yayınları.

    Çağlar, A. F. (2019). Yaşamın Amacı Olarak Yaşam. İstanbul: Ketebe Yayınları.

    London, J. (2020). Deniz Kurdu. (F. Kahya, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

    London, J. (2020). Martin Eden. (L. Cinemre, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

    Nietzsche, F. (2014). Gezgin ve Gölgesi. (M. Tüzel, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

    Platon. (1986). Diyaloglar II, ‘Theaitetos’. (M. Gökberk, Çev.) İstanbul.

    Sakut, E. (2020). BIRSEY WUMAR VE İVAN KRİLOV'UN FABLLARINA KARŞILAŞTIRMALI BİR BAKIŞ. Uluslararası Dil, Eğitim ve Sosyal Bilimlerde Güncel Yaklaşımlar Dergisi, 651-659.

    Spinoza, B. (2007). Tractatus Politicus. (M. Erşen, Çev.) İstanbul: Dost Kitapevi.

    Şirin, İ. (2005). Tarihsel Bakış Açısının Toplumsal Çatışmalardaki Rolü. Toplumsal Araştırmalar Dergisi, 67-76.

    Türkgeldi, S. K. (2016). Montajın İmkânları ile “Kaosu” Düşünmek”. SineFilozofi Dergisi, 6-22.

    Unamuno, M. D. (2007). Hayatın Trajik Duygusu. (M. S. Şener, Çev.) İstanbul: Divan Kitap.

    Yılmaz, E. (2008). Sinema ve İdeoloji İlişkileri Üzerine. (B. Bakır, Y. Ünal, & S. Saliji, Dü) Ankara: Nirengi Kitap.

     

    Görsel Kaynaklar
     
    Wes Anderson röportajı

    Kurt Sahnesi

    Mrs. Fox'un resimleri

    Kapak Fotoğrafı: Wolf and Fox Hunt by Peter Paul Rubensca. 1616


     


     


    Yorumlar (1)
    • Çok güzel ve detaylı bir yazı olmuş, ellerine sağlık.

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.