Nesini söyleyim canım efendim, gayrı düzen tutmaz telimiz bizim dediğinde Sivas’ın Şarkışla’sında yoksul bir çiftçiydi Aşık Serdari. 1800’lü yıllarda aynı yerde dünyaya gelmiş, küçük yaşta anne ve babasını kaybetmişti. Amcasının ve komşularının desteğiyle hayatta kalmış fakat bir kolunu kadere feda etmişti. Hem yoksul hem de çolak olan aşığımız aynı zamanda çok da çalışkan ve elinden gelen her işi çekinmeden yapabilen biriydi. Tabii bunlarla sınırlı kalır mı, çok da iyi bir söz ustasıydı. Özellikle yaşadığı dönemin koşullarını, yaşadığı yoksulluğu ve ekmek yediği toprağa nasıl da sımsıkı sarıldığını anlatmıştır hep Serdari.
Benim bu gidişe aklım ermiyor, fukara halini kimse bilmiyor, padişah sikkesi selam vermiyor, kefensiz kalacak ölümüz bizim sözleriyle dile getirmişti içinden geçenleri. Yaşadığımız dönem de esasen benzer bir dönem değil midir diye sorasım geliyor bazen. Özellikle içinde bulunduğumuz bu pandemi koşullarında halkın özel sektör tarafından nasıl yalnız bırakıldığını, kapitalist düzenin acımasızlığını, yokluğa ve kıtlığa maruz bırakıldığını hep birlikte yaşayıp, görmedik mi?
Dünya yıllar sonra küresel bir felaketle karşı karşıya kalmışken yoksullar ve işçiler sanki hiç bu küreye ait değillermiş gibi bir muamele görmediler mi? Vahşi kapitalizm, yaşanan felaketlerden ders çıkartılması gerekirken, ardı arkası kesilmeyen felaketler sırasında bile dünyanın altını oymadı mı? Biz hala ekip biçtiklerimizi, toprağımızın evlatlarını dünyaya altın tepside sunup, yokluk yaşamadık mı? Toprağımızın evlatları.. İnsandan bahsetmiyorum efendiler, nimetlerden bahsediyorum. Hani şu alnı pak, emekçi köylülerimizin dünyaya gelecek çocuklarını bekler gibi bekledikleri nimetlerden söz ediyorum.
Arzuhal eylesem yar, yar deftere sığmaz diye devam ediyor Serdari destanına. Dünyanın altı oyulmaya, acımasızca kararlar alınmaya, insanlar değersizleştirilmeye, doğa anayı hor görmeye devam ediliyor. Bütün bunların toprakla alakasını merak ediyorsunuz biliyorum. Şöyle diyor Serdari, zenginin yediği baklava börek, kahvaltıda eder keteli çörek, fukaraya sordum size ne gerek? Düğürcük çorbası, balımız bizim.. İnsanlığın tek kaçış noktası topraktır efendiler. Dünyadaki adaletsizliğin de eşitsizliğin de, değersizleştirilmenin de tek çıkış yolu toprağa sarılmaktır.
Şöyle düşünün üç tarafı denizlerle çevrili, bereketli topraklar üzerinde, güneş tepemizde yaşıyor ne hikmetse kıtlık çekiyoruz. Balığın en pahalısını, etin en sağlıksızını, meyve ve sebzelerin en çürüğünü biz yiyoruz. Yetiştiremiyoruz algısından çıkın, en alasını yetiştiriyoruz. Yetiştiriyoruz da nerde adalet, nerde eşitlik, nerde paylaşım? Hakça bölüşemiyoruz.. İneği, davarı yar, yar iki tavuktur. Yoktur bundan gayrı malımız bizim dizeleri tarihte kaldı. Yoksul Serdari’nin yoksulken bile sahip olduğu şeylerin hangi birine sahibiz bir düşünün?
Susuzluk geliyor efendiler, iklimler değişiyor, dünya değişiyor, insanlar, hayatlar ve fikirler değişiyor, kıtlık geliyor. Değişiyor da biz bu değişime nasıl tepkiler veriyoruz buna bakmak gerek. Bırakın dünyanın geri kalanını, biz üç tarafı denizlerle çevrili, bereketli topraklar üzerinde, güneş tepemizde yaşıyorken bile halkımızı nasıl açlıkla, sefaletle sınıyoruz. Bir düşünün..
Acımasız dünya düzeninin elimizden aldığı yegane şey topraktır. Toprağa sahip olmak nasıl bir anlam ifade eder her zaman tartışılır fakat sahip olunan toprağın nimetlerinden faydalanmamak ya da hakça bölüşmemenin tartışması olmaz. Biz sadece kendimize değil, toprağa da ihanet ediyoruz. Dünyanın bilmem neresinden çok daha ucuz sloganları ile çeşitli ürünler ithal edilirken en çok uğruna kan döktüğümüz toprağımıza, bir coğrafyaya adını veren güneşe ihanet ediyoruz. Anadolu, güneşin doğduğu yer demektir bu arada. Yaşadığımız toprakların derin anlamlarını bile bilmiyoruz.
HES’ler, nükleer santraller vs. gibi ucube yapılar yapıp zaten ihanet ettiğimiz toprağı yok ediyoruz. Halbuki güneş tepemizde, rüzgar ensemizde neyimiz eksik ki? Bütün dünya toprağına ihanet ederken onlara özenip niye toprağımızı yok etmek için gayret gösteriyoruz ki? Karadeniz’in ormanlarının, Ege’nin verimli topraklarının, on binlerce yılın hatırası, mirası zeytin ağaçlarımızın kalbini niye kırıyoruz ki? Bu topraklar uğruna kan dökmüş atalarımızın emanetine niye hıyanet ediyoruz ki?
Serdari, tahsildarlar çıkmış köyleri gezer, elinde kamçısı fakiri ezer dediğinde takvim yaprakları 1800’lü yılları gösteriyordu. Dönüp baktığımız vakit değişen pek de bir şeyin olmadığını görüyoruz. İçinde bulunduğumuz acımasız düzeni yıkamayız belki ama sahip olduğumuz değerleri hor görmek yerine, canına okumak yerine gönlünü alıp lehimize kullanabiliriz. Toprağı bir rant aracı olarak kullanmak yerine, şefkatli ve adaletli kollarına sarılabiliriz. Biz toprağımıza değer verdikçe, o bize her türlü nimeti sunacaktır. Bu farkındalığa erişmek zorundayız. Kendimizi küresel dünyaya adapte edip, bütün dünyanın doğru bilip gittiği yoldan gitmemeliyiz. Yaşadığımız bu pandemi süreci bize gösterdi ki gelecek toprakta. Yeryüzünün en verimli topraklarından birine sahip olduğumuzun bilincine varmalıyız.
Zenginin sözüne belli diyorlar, fukara söylese deli diyorlar, zamane şeyhine velî diyorlar, gittikçe çoğalır delimiz bizim diyor Serdari. Düzene baş kaldırmak bir delilikse hep birlikte delirelim ve sımsıkı toprağa sarılalım. Göreceğiz ki toprak da bize sımsıkı sarılacaktır. Akıbet dağılır, ilimiz bizim.
Yorum Bırakın