Sanatın İnsancıllaştırıcı Etkisi Ve Das Leben Der Anderen Filmi Üzerine İnceleme

Sanatın İnsancıllaştırıcı Etkisi Ve Das Leben Der Anderen Filmi Üzerine İnceleme
  • 4
    0
    0
    3
  •  

    ‘’We are all one thing. Like cells in a body. ‘Cept we can’t see the body. The way fish can’t see the ocean. And so we envy each other. Hurt each other. Hate each other. How silly is that? A heart cell hating a lung cell.’’ Charlie Kaufmann, Adaptation. (2002)

     

    Charlie Kaufman'ın Tersyüz (Adaptation. 2002) filminin sonunda gösterilen ve bizi düşünmeye iten alıntısıyla bu yazıma başlamak isterim çünkü bu yazının da vermek istediği mesaj aşağı yukarı budur; farklılıkların bizi ayırmayacağını tam aksine birleştirici gücü olduğunu kavrayıp, aslında bütünü göremesek bile birbirimizin varyasyonları olarak bunun zenginliğinin farkına varabilmek üzerine tarihe kısa bir bakış atabilmek. Birleştirici bir güç olaraksa ilk akla gelen şeylerden bir tanesi sanat. Sanat, toplumsal olaylardan oldukça etkilenip şekillendiği kadar bu olayları ve etkilerini değiştirebilme gücüne sahip aynı zamanda. Bu nedenle bu yazıda özellikle göçmenler, mülteciler ve sığınmacılar gibi kolektif travmaları olan toplumların/bireylerin rehabilite edilmesi ve yeni bulundukları yerlere adapte olarak aidiyet duygusu geliştirebilmeleri ile ilgili İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın 2018'de Birlikte Yaşamak adlı raporundan referanslarla beraber 2007 yılının yabancı dilde en iyi film dalında Oscar ödülü kazanmış Alman yapımı filmi Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen) filmini inceleyeceğim. 

    Güncel bir mesele olmasa da, dünya büyük bir göçmen (hangi türü olursa olsun) krizinin ortasında. Fakat bu kriz birçok devlet yönetimi ve bireyler tarafından görmezden geliniyor, gelindikçe de çığ gibi büyüyor. Göç etme nedeni ister kendi ülkelerinin gerileyen ekonomik durumları ve hayat standartlarının düşmesi olsun, isterse yaşama içgüdüsü, yeni bir ülkeye yaşamaya giden insanlar sistematik bir ırkçılığa maruz kalıyor. Üstelik bu tek taraflı da değil. Ev sahiplerinin onları ötekileştirmesinin yanında, onlar da kendilerini bu ''hiyerarşik'' yapıda sonradan gelenler olarak daha aşağılarda görüp bu marjinalleştirilmeye karşı koymuyorlar. Çok kültürlü toplumlarda genellikle sonradan geleni asimile etme eğilimi yaygın olduğundan, İKSV (2018) raporuna göre bu sorun iki taraflı olarak çözülmeli. Raporda 3 ayrı ülkede sivil toplum kuruluşlarının yaptığı çalışmalar örnek gösterilmiş; Türkiye, Almanya, Danimarka, fakat bu yazıda özellikle Almanya'nın göçmen hafızasını yenilemeye yönelik yapılan faaliyetler ele alınacak.

    Rapora göre, radikal kozmopolitlik ''...ruhunu, yani hepimizin insanlığın bir parçası olarak birbirimizle bağlı olduğumuz ama bunu özel ve farklı kültürel (ve diğer) kimliklerimiz aracılığıyla tanımladığımız fikrini büyüten daha kapsayıcı toplumlar yaratma potansiyeline odaklanıyor'' (2018, p.12). Radikal kozmopolitliği sağlayabilmek için 3 temel madde sağlanabilmeli: 1) kültürlerin ilişkisini eşitlik temelinde tutmak; 2) çok kültürlülüğü kabul etmek; 3) kültürel etkileşim yoluyla beraber dönüşmeyi sağlamak. Bir başka deyişle radikal kozmopolitliği sağlayabilmek için ev sahibi toplumların asimilasyon politikalarını geride bırakması ve çok kültürlülüğün zenginliğini özümsemesi gerekir. İşte tam olarak bu noktada yer yer değişse bile birçok devletin göçmen politikası eksik kalıyor çünkü göçmenler bulundukları yerlerde ya ötekileştirilmemek ve oranın bir parçası olmak adına asimile olmak zorunda bırakılıyorlar ya da kültürlerini devam ettirmekle suçlanıp marjinalleştiriliyorlar. Dahası, kendi kendilerini temsil hakları yok ve bu yanlış temsillere ve önyargılara yol açıyor. Sanat ve kültürel etkileşim iki taraflı olarak hayat standartlarını iyiye taşımada adeta bir köprü görevi görüyor; sivil toplum kuruluşları sanatın ve bu aktivitelerin iyileştirici gücünü toplulukların farkındalıklarını arttırabilmek adına oldukça iyi kullanıyor. Erikson (1976) yürütülen çalışmalar için şunları söylemiş: ‘’Hedef toplumsal baskıyı ortadan kaldırarak kolektif psikolojik sağlığı eski haline geri getirmek'' (p. 154). 

    Bir topluluğun parçası olabilmek birçoğumuz için farklı nedenlerle de olsa önemlidir; bunun nedeni bazen yargılanma korkusundan kaynaklı olarak güvenli bir alan oluşturmak için, bazen kendi kimliğimizi şekillendirmede ya da yeniden keşfetmede bize bir rehber niteliği taşımasından, bazense ortak bir kültür çevresinde bir yere ait olma hissinden dolayı olabilir. Bunu sanatın toplumları birleştirici gücü çerçevesinde değerlendirecek olursak, Jill Dolan (2001) insanların canlı performanslara ve gösterimlere katılmasının nedeninin toplulukla birliktelik hissini tadabilmek için olduğunu ileri sürmüş. Molalarda, tuvaletlerde, gösterime başlamadan önce ve bittikten sonraki insan etkileşiminin aslında sosyal varlıklar olduğumuz için bizi birbirimize bir şekilde bağladığını belirtiyor. Bu noktadan hareketle, İKSV raporunun da örneklediği üzere sivil toplum kuruluşları insan etkileşimini (ev sahibi/göçmen) arttırmaya yönelik kültürel çalışmaları bizlerle paylaşmış. Bu aktiviteler Almanya örneğinde iki taraflı olarak şu şekilde ilerlemiş: göçmenlere bir aidiyet hissi kazandırılmaya ve yeni toplumlarına entegrasyonları sağlanmaya çalışılırken; ev sahibi olan Alman halkının da kolektif hafızaları canlandırılması hedeflenmiş. Peki ama Alman halkının böyle bir hafızası gerçekten var mı? Cevap evet. 

    Aşırı sağcı gruplar bunu reddetseler de, aslında Alman halkı bir göçmen toplumu. Tarih boyunca dışarıdan gelen göçmenlere ev sahipliği yapmış bir ülke, bu nedenle de hemen hemen her ailenin geçmişinde en az bir göçmen var (İKSV, 2018). İşte sanat da içeren bu kültürel çalışmalar ile hedeflenen, kendilerine bunu hatırlatmak ve empati yoluyla göçmenlere karşı tutumları değiştirebilmek. Örneğin Berlin’de bulunan Marienfelde Mülteci Kampı bugüne kadar birçok farklı ulustan göçmeni ağırlamış; 1960-70’lerde Türkiye’den, Yunanistan’dan ve İtalya’dan işçileri, 1990’larda eskiden var olan Yugoslavya’dan, daha güncel olaraksa Suriye, Irak ve Afganistan’dan gelenleri. Bunun yanı sıra Berlin Duvarı yıkılmadan önce Doğu Berlin’in baskıcı rejiminden kaçarak gelenleri de, yaklaşık 1.35 milyon insan, kabul etmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Burada müze olarak kullanılan kısımda resim ve fotoğraf sergileri yoluyla iki taraf için de farkındalığı arttırmak ve kolektif hafızayı yenilemek hedeflenmiş. 

    Gelelim 2007 yılının yabancı dilde en iyi film Oscar ödülü kazanan filmi Başkalarının Hayatı ya da orijinal adıyla Das Leben der Anderen filmine bu bağlamda göz atmaya. Film 1984-1991 yıllarının Doğu Berlin’inde yani Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde (ADC) geçiyor ve aslında bize Doğu Berlinliler’in yaşadığı toplumsal ve kültürel bir travmayı oldukça çarpıcı bir biçimde tasvir ediyor. Yönetmen, Von Donnersmarck, baskıcı sosyalist bir rejime sahip olan ülkenin vatandaşlarını kendilerine nasıl yabancılaştırdığının eleştirisini yapıyor. Arşivlerde de kayıtlı olduğu üzere, Komünist Blok batı ile işbirliği içinde olmaları korkusundan dolayı vatandaşlarına pek güvenmiyor ve Stasi— Doğu Almanya’nın polis istihbarat teşkilatı— insanların hayatlarını gözlemleyerek bilgi toplayıp hükumete raporlamakla görevliydi. 1984 yani filmin de başladığı yılda ise Stasi operasyonları zirve noktasındaydı; 1989 yılına kadar 91.000 tam zamanlı çalışanı, 174.000 muhbiri ve 180 km uzunluğunda insanlarla ilgili gözlem dosyaları vardı (Dueck, 2008). Dolayısıyla hükumet karşıtı bir eylemin içinde bulunmak oldukça güçtü çünkü her şey sıkıca denetleniyordu.

    (Stasi Ajanı Wiesler)

    Filmde ise, Stasi ajanımız Wiesler bir tiyatro oyunu yazarı olan Dreyman ve onun ünlü aktris sevgilisi Christa-Maria’yı gizlice dinlemekle ve hayatlarını raporlamakla görevlendirilmiş. Fakat gece gündüz hayatlarını dinlediği ve yer yer de izlediği için zamanla, ajanımız sanatçılarımızdan etkilenerek adeta bir aydınlanma yaşıyor. Dueck’e (2008) göre bu hikaye aslında sosyal ya da kültürel olarak travma yaşayan bir toplumun hikayesinin bir birey üzerinden seyirciye aktarılmış hali. Bu indirgemeci tutum sayesinde, izleyenler aslında bir toplumun sanat aracılığıyla rehabilitesine bir birey üzerinden erişmiş oluyor. O dönemde de oldukça fazla sansürlenmiş olan tiyatrolar devlet adına bir propaganda görevi görüyor çünkü Stasi ile işbirliği yapmadan sanatını sürdürmek neredeyse imkansız. İnsanlar kariyerlerinden uzaklaştırılmaktan, hapse atılmaktan, ya da belki en kötüsü topluluklarından dışlanıp marjinlere itilmekten korkuyorlar. Yani bu aslında sadece kariyerlerine karşı bir tehdit değil, aynı zamanda kendilerine yabancılaşma yaşatmakta da etkin bir yöntem. Öyle ki tehlikenin nereden geleceği belli olmuyor; örneğin Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra ortaya çıkan arşivler sayesinde, Stasi ajanı Wiesler’e hayat veren aktör Ulrich Mühe’nin gerçek hayattaki eşinin ve çocuklarının annesinin kendisini Stasi’ye raporlamasını öğrenmesi sonucunda boşandığı detayını da atlamamak gerekir. Eşi bunu şiddetle reddetse de Mühe’nin elinde Berlin Duvarı’nın yıkımından sonra geçen sayfalarca gözlem raporu bulunuyor. Yani dönem şartları aile içinde bile bu denli bir yabancılaşma getirmiş aslında.

    (Ünlü tiyatro oyuncusu Christa-Maria ve oyun yazarı Dreyman)

    Film de bunu seyirciye ülkede artan intihar oranları ile vermiş; Dreyman’ın yönetmen arkadaşı Jerska’da intihar edenlerden biri çünkü muhalif ve kara listede olduğu için yönetmenlik yapmasına izin verilmiyor. Dreyman Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin dünyada en yüksek ikinci intihar oranlarına sahip olan ülke olduğuna dair bir makale yazıyor ve yayımlanması için el altından Batı Berlin’e gönderiyor. Bu esnada partneri Christa-Maria da Stasi ile işbirliği yapmazsa kariyerinin biteceği tehlikesiyle karşı karşıya kalıp sevgilisi ile ilgili muhbirlik yapıyor fakat bu fikre dayanamayıp kendini bir otobüsün önüne atıp o da intihar ediyor. Dreyman direnişin bir sembolü haline gelirken, aslında onları raporlamakla görevli ajansa günden güne maruz kaldığı Dreyman ve arkadaşlarının estetik bakış açısı nedeniyle kişisel bir dönüşüm yaşamış oluyor. Filmin başlarında, karşımıza duygularından arındırılmış mekanik, katı ve standart bir Stasi ajanı olarak çıkarılan Wiesler, daha sonra Dreyman’ın çaldığı piyano ve zihninde Dreyman’ın sesiyle okuduğu Brecht şiiri sayesinde daha fazla insanileşmiş bir adam olarak sunulur. Bu nedenle film, yalnızca bir Stasi ajanını yeniden insancıllaştırması nedeniyle değil, aynı zamanda Almanların travmatik geçmişlerini sanat aracılığıyla yeniden hatırlatmak açısından önem arz eder. 

    Yönetmen Von Donnersmarck bu filmde Lenin’den ilham aldığını belirtmiş. Gorky’e göre, Lenin Beethoven’ın Appassionata adlı eserini dinlemekten kaçınırmış. Bu eseri çok sık dinleyememe nedeni ise onu bir devrim için göstermesi gereken şiddetten alıkoyması ve sakinleştirmesi. Bu nedenle yönetmen röportajda Lenin benzeri bir kötü karakter yarattığını (mekanik bir ajan Wiesler) ve ona gece gündüz Appasionata (Dreyman ve Christa Maria’nın sanat dolu yaşamı) dinleterek, onu insancıllaştırma sürecinde seyircileri buna tanık ettiğini ifade ediyor (Dueck 2008). Kısacası film bize, sanat iflah olmaz bir kötü karakteri insanileştirebilir mi bunun cevabını verirken, dünyanın da tarihi bir gerçeklikle tekrar yüzleşmesini sağlıyor. 

    Ps: Kaynaklarımın çoğu İngilizce olsa da daha detaylı okumak isteyen olursa diye bırakıyorum. İKSV raporunun hem Türkçe hem İngilizce versiyonları mevcut.

     

    References

    ALEXANDER, J., EYERMAN, R., GIESEN, B., SMELSER, N., & SZTOMPKA, P. (2004). Cultural Trauma and Collective Identity. Berkeley; Los Angeles;
    London: University of California Press. Retrieved May 30, 2021, from http://www.jstor.org/stable/10.1525/j.ctt1pp9nb

    Augustine, D. (2004). The Impact of Two Reunification-Era Debates on the East German Sense of Identity. German Studies Review, 27(3), 563-578.

    Betts, P. (2000). The Twilight of the Idols: East German Memory and Material Culture. The Journal of Modern History, 72(3), 731-765. doi:10.1086/316046
    Buena Vista International. (2006). Das Leben der Anderen. The Lives of Others. Germany. https://m4uhd.tv/watch-movie-the-lives-of-others-2006-19851.html.

    Dueck, C. (2008). The Humanization of the Stasi in "Das Leben der Anderen". German Studies Review, 31(3), 599-609. Retrieved May 28, 2021, from
    http://www.jstor.org/stable/27668596

    Hans-Joachim Maaz, Der Gef?hlsstau. Ein Psychogramm der DDR. (Berlin: Argon, 1990).

    KSV Report (2018). Living Together: Fostering Cultural Pluralism Through The Arts. The Istanbul Foundation for Culture and Arts.

    Dolan, J. (2001). Performance, Utopia, and the "Utopian Performative". Theatre Journal, 53(3), 455-479.

    Kaufman, C., & Orlean, S. (n.d.). Adaptation. United States; Sony Pictures Entertainment Motion Picture Group.

    O'Neill, M. (2008). Transnational Refugees: The Transformative Role of Art? Forum: Qualitative Social Research Sozialfors Chung, 9(2). The Lives of Others. Dir. Florian Henckel von Donnersmarck. DVD (Sony Pictures Home Entertainment, 2007)

    Stark, G. D. (2012). Banned in Berlin: Literary Censorship in Imperial Germany, 1871-1918. Berghahn Books.

    SZTOMPKA, P. (2000). The Ambivalence of Social Change Triumph or Trauma? Polish Sociological Review, (131), 275-290. Retrieved June 2, 2021, from
    http://www.jstor.org/stable/41274760

    Sztompka, P. (2004). Chapter 5 - The Trauma of Social Change: A Case of Postcommunistz Societies. In Cultural Trauma and Collective Identity (pp. 155–194). story, University of California Press.

    Zembylas, M. (2010). Agamben’s Theory of Biopower and Immigrants/Refugees/Asylum Seekers . Journal of Curriculum Theorizing, 26, 31–46.

     

     

     

     

     

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.