'Senin kalbinden sürgün oldum ilkin.
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği.''
Yasak Elma'nın Adem ve Havva tarafından yiyilişinden beridir ki dünyamız , sürgünün ve acının diyarıdır. Kimimiz Adem gibi sevginin sürgünü, kimimiz Havva gibi saflığın sürgünü olmuşuz. Yüzyıllar geçip de duygular erte kaldığında fikirlerin sürgünlüğü başlamış. Kanla yoğrulmuş sürgünler de olmuş, vatan sürgünleri de. Gönülden sürgün yiyenler imkansızlığın, ulaşılamamanın en derin çaresizliğini sarsıcı halde yaşamış. Bir sürgünde dağlanmış yürek, yılan bu sürgünde kav değiştirmiş. Dudaklar mühürlenmiş, kader ağıtını yakmış. Sevda, en çok sürgünde taze kalmış.
Hayatın her safhasında ince ince dokunan bu sürgünlerden yazarlar ve şairler de nasibini alacaktı elbette. Sevmek, düşünmek ve yazmak cezasız kalacak değildi ya. Sahel Farzan ve onun hayat öyküsünün anlatıldığı ''Gergedanlar Mevsimi'' filmi de dokunan bu sürgünlerin sinema alanındaki canlılığı oldu benim için. Bağnazlığın ve irticanın modern dünyadaki en küflü, en kokuşmuş örneklerinden olan İran İslam Devrimi'nin kararttığı hayatlardan sadece birisi Sahel Farzan'ın hayatı. Eşinden, hayatından ve vatanından koparılışındandır ki sürgünün her varyantını yaşamış. Devrim öncesinde yenilikçi, modern şiirleriyle dikkat çeken genç bir şair iken evlendiği Mina ile hayallerin inşa ettiği hayat, devrimle beraber müşterek şekilde yıkılır. Mina da en az eşi kadar sürgünlerin acısını yaşar. Önce beraber hapse düşerler, prangaya vurulur bedenleri. Sonra Sahel'in ölüm haberi getirilir. Bu yalanı da karı kocayı hapse düşüren kişi; devrim öncesi Mina'ya aşık olan Mina'nın eski şoförü Akbar getirir Mina'ya. Akbar da imkansız bir aşkın sürgününü yaşar hayat boyu. Bu sürgün, ona hayatın kötülüklerini deneyimletirken belki de sonsuz bir ızdıraba ve pişmanlığa sürükler. Akbar, Mina'yı hapisten çıkarır ve Mina İstanbul'a kaçar, tabi Akbar da sürgününün peşinden... Bu sürede Sahel yıllarca aşkından sürgün yaşar, gün gelir hapisten çıkar. Sürgünlüğünü bitirmeye, bir türlü vazgeçemediği aşkının peşinden İstanbul'a gider. Tüm bu sürede aslında kendi iç dünyasının hesaplaşmasını yapar. Kaderleri sıkı bir denizci halatı gibi iç içe geçmiş kişilerin, halatlarına kendi elleriyle attıkları düğümleri böylece İstanbul'da iyice sıkılı hale gelerek çözülmeyi bekler. Bu acıklı, edebi ve çarpıcı hikayeye bize aktaran yönetmen Bahman Ghobadi'nin de İran'ı terk ettikten sonra çektiği ilk film olan Gergedan Mevsimi bu yönüyle de "Sürgündeki İranlı yönetmenin yeniden doğuşu" olarak nitelendirilir. Behruz Vüsuki, Monica Bellucci, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan ve Beren Saat gibi isimlerin oyunculuklarıyla hayat verdiği Gergedanlar Mevsimi filmi tüm bu taşıdığı niteliklerle beraber gizli kalmış hazineleri arayanlar ve benzer sürgünlükler yaşayadığını hissedenler için biçilmiş kaftan niteliğinde.
İnsanoğlu, büyük bir kalabalığın etkisinden, aşktan ve huzurlu zamanların içinden sürgünlüğün dipsiz kuyusuna düştüğü zaman yalnızlığın en bedbahtını yaşar. Kişilerin ve olayların etkisi yokluk terazisinin hissesinde günbegün artarken; okunanlar, yazılanlar ve duyulanlar yani kısaca sözler ve sözlerin anımsattığı anılar terazinin diğer hissesinde etkisini arttırır. Hayat, katlanılmaz sillesini kuşanıp da sillesini yüzümüzün en ufak tüyüne değin aylarca, yıllarca savurduktan sonra insanı öyle bir ruh haline sokar ki adeta kişinin okuduğu veya duyduğu her söz ve yaşadığı her olay sanki çelikten yapılma dikenli bir zincirin tene giriş hissiyatını, sürgüne düşmüş kavruk ruhlara peyderpey vererek sürgünün acısını sürekli diriltir.
Zaman, sıradan insanlar için kimi vakit takındığı o katlanılmazlık cübbesini sürgündeki kişinin sırtından hiç çıkarmaz. Ancak düzen böyledir ya kimse ona dur diyemez. O da rahatlıkla yapması gerekeni yapar ve zahmetsiz akıp gider. Zaman gelip geçerken bazı şeylerin bitmesini, olmayan birtakım şeylerin de artık olmasını beklemek insanı öylesine serazatlaştırır ki dünya yıkılsa umrunda olmaz insanın. Çevredeki olan biten her olaya ilgi azalır hatta çoğunlukta bu ilgi yok olur. Her gün her gün aynı çaresizliğin ısrarla dudakta bıraktığı ve oradan boğaza kadar bütün ağzımızı sıcak bir ağustos gününde asfaltın üstünde erimiş zift gibi saran o yoğun hisle insan artık nefes alamaz hale gelir. Çaresizlik zifti, boğazdan akarak mideye ve daha sonra tüm vücuda yayılarak etkisini arttırır. İstiratgâhı olan karna yerleşen ve bütün acıları karından dağıtan zift insana hayata karşı kaybedişini de kabul ettirir. Bu kaybedişin yaşattığı çaresizlik hissi içimizde yana yana korlanır ve bahsini ettiğimiz zinciri zaman artık tamamen, sıkıca eline alır.
Zaman üstüne üstlük ekseriyetle acımasızdır. Bir ucunu bileklerine sardığı zinciri gaddarlık yapacağı tuttuğu için kendi ekseninde şöyle bir döndüre döndüre salladıktan sonra içindeki ruhun her an acı çektiği ete yapıştırır. Acelesiz ama sertçe çekip etleri sinirlerinden koparır. Kimi zaman da bu işi yapmaya ara verir. İnsan biraz ümitlensin, acısının ve kederinin sonlandığını düşünsün diye zinciri sadece deri üstünde keyifli keyifli tutarak bir satırın okunmasını, bir olayın olmasını, bir şeyin sürgün öncesini hatırlatmasını sonsuzluğundan aldığı güçle pusudaki bir avcı gibi bekler. Görülen, duyulan ve hissedilen sürgün öncesini hatırlattığında sabırla beklediği zinciri tekrar ve tekrar acımasızca çeker. Böylelikle zamanın ellerinde çaresiz kalan ruha zincirin vereceği acı katlanır. Haliyle zincir, işlevini kimi zaman acımasız bir cellat edasıyla yapmış olurken, kimi zaman da gökteki kebuter gibi dalgın dalgın olduğu yerde sallanır olur. Bu acı dolu süreçte asla bir el gelip o zinciri etten ayırıp, yaralanmış etin içinde dağlanan ruha merhem olmaz, zamana savaşmak kimsenin harcı değildir. Zaten sürgündeki de tek çaresinden başka bir çarenin kendisini bulmasını istemez. Onla bütünleşir, bir olur. İster ki madem çarelerin tekelliği onu bulmuyor o zaman o acı, o hissedilen çaresizlik hep var olsun. Zincir de ister sallanadursun, ister etten çekilip toprağa gömülsün, hiç zincir umurda olunur mu artık?
Hayattaki her an kıymetli bir kalemdir. Bu anlar, zamanın defterini hakkıyla yazmadığında ardında silinmesi istenilen noktalar biriktirir. Sürgünde, yaşanılması hak edilen mutlu günlerin yerine acıyla yoğrulan aylak, avare, hayta günler yazılır deftere. Silmek değil karalanmak istenir hem de bu çok hızlı olsun istenir. Bu günler, hemen o gece yatağa yatıldığında zihinden içten içe kaybolsun. Ancak ne mümkün. Zamanın pençesinde çaresizce çırpınan insana o kavruk, yığın gecelerde yoğun yoğun düşünmekten başka bir çare yoktur. Bu düşüncelerin etkisinde kalan insana kainattaki her şeyin var oluş sebebi ve bu oluşlardan türetilenler, kaynağını tek bir varlıktan alıyormuş gibi gelir. Sürgünlüklerin süreğinin neden canlılığını koruyarak bir döngü halinde hareket ettiği de ancak bu şekilde açığa çıkmış olur. Bütün olumsuzluklar ve sorunlar, hayata ait olamamanın etkisiyle günden güne artan mutsuzluklar, düzensizlikler, yıkılan insan ilişkileri ve tüm olumsuzlukların yanında sürgündeki insanın evrendeki her mutluluktan ayrı bir çizgide oluşunun sebebi kainatın tüm varlığını kutsal bünyesinde topladığı sevgiden uzak, usul usul sürgünlükte kalıyor oluşunda yatar.
Sevgiden uzakta kalan, ruhu tüketen sürgünlükteki yaşantı dünyadaki her şey gibi gitgide farklılaşır. Güneş bedeni diriltmez örneğin, yağan bir bahar yağmurunun o ince duruluğu ve nemi tene nazik gelmez artık. Kış vakti ellerin paltonun cebinde sokağın ortasında yürürken ansızın bastıran yağmur seni dibine kadar ıslanırken biraz olsun kurumak için öylesine bir ayakkabı dükkanına sığınılmaz örneğin. Vurdumduymazlık ve marazlık ruha işlemiştir bir kere. Yollara meftun olsan da çıkılan yol bitmek bilmez. Aslında çıkılan yolun küçüklüğünün veya büyüklüğünün gerçekte var olmaması da daha bir belirginleşir bu sürede. Bizim adımlarımızın yani ruh halimizin belirlediği bu olmayan büyüklük ve küçüklük, zamanı artık etkin kavrayamayışımızın da etkisiyle sadece bizim içimizde yaşar.
Son olarak binlerce yıldır acıyla yoğrulmuş topraklarımıza ve bu acıları dirilterek yaşatan edebiyatımıza göz atacak olursak eşine az rastlanır bollukta bir sürgün kültürüne rastlarız ki bu haksızlıkların, ikiyüzlülüğün, vefasızlığın kol gezdiği topraklar için çok normaldir. Padişahların, paşaların ve beylerin sürgün ettiği ve hatta astırdığı divan ve halk edebiyatının şairleri, İstibdat Dönemi'nin zulmünden kaçamayıp iti timi belli olmayan adalarda sürgünlük yiyen Tanzimat döneminin şair ve yazarları, Cumhuriyet'in ilk yıllarından günümüze kadar da başta hapis cezası olarak sürgün olan bir dolu kültür ve sanat insanı, sürgün kültürümüzün simgeleri olmuşlar. Bu sürgünler ve acılar bizlere eşsiz şiirler, gazeteler, anılar, hikayeler ve romanlar bıraktı. Bıraktı bırakmasına ama yine de insanoğlu işte, huyundan cayamayıp bir türlü insan olmayı başaramadı.
Sürgünlüklerimizin bir gün bitmesi ümidiyle...
Yorum Bırakın