Başlamadan önce Paulo Coelho'nun ''Zahir'' kitabından bir alıntı yapmak istiyorum: ''Hiç kimse kendine şunu sormamalı: Neden mutsuzum? Soru, içinde her şeyi yok edecek virüsü taşır. Bu soruyu sorarsak, bizi neyin mutlu ettiğini bulmak istediğimiz anlamına gelir. Bizi mutlu eden şey şu anda sahip olduklarımızdan farklıysa, o zaman ya bir kez ve herkes için değişmeli ya da olduğumuz gibi kalmalı, daha da mutsuz olmalıyız.'' Yazar, burada, mutsuzluğa dair yapılan keşiflerin can sıkıcı olabileceğini dile getiriyor; mutsuzluk düğümünün çözümü olarak değişimi işaret ediyor. Coelho, bence, bu dediğinde hiç haksız değil; pozitif, sorumlu ve aklı başında bir değişim, doğrudan mutluluk getirmese de, ruhsal esenlik ile bağlantılı olarak huzur getirebilir, mutluluğa vesile olabilir. Elbette, benim vurgulamak istediğim husus 'değişim' olmadığı için, bunun üzerinde durmayacağım. Mutsuzluğu; sosyal, ekonomik ve duygusal bağlamlarda konumlandırarak, öznel bir şekilde, açıklamaya çalışacağım.
-*-
Mutluluk, pek çok tanımı olsa da, genel olarak ''öznel esenlik'' (Diener, 1984) olarak tanımlanıyor. Burada ''öznel'' kavramına vurgu yapmak gerekir. Öznellik; kişisel duygular, zevkler veya fikirlere dayalı olma veya bunlardan etkilenme kalitesidir (Oxford Languages, 17.05.2021'de erişildi); kabaca, ''kişiye özgü'' demektir. Öznellik (subjektivite) düşüncesi, özellikle, Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard (1813–1855) ile temellendirilmiş olup, resmen olmasa da, onun ardılı olarak sayılabilecek fenomenolojist (görüngübilimci) ve egzistansiyalist (varoluşçu) filozoflar tarafından geliştirilmiştir. Mutluluğa dair Kierkeegard'ın "mutluluk, umutsuzluğun en büyük saklanma yeridir'' ve --egzistansiyalist bir filozof olan-- Jean Paul Sartre'ın (1905–1980) "mutluluk, istediğinizi yapmak değil, yaptığınız şeyi istemektir'' ifadeleri mevcuttur. Şahsen, bu alandaki dehşet verici bilgi eksikliğimden dolayı, öznellik üzerinde fazla durmak yerine mutluluk kavramına dönmek istiyorum.
Mutluluk --ya da öznel esenlik-- elbette, öznel olduğu kadar; sosyal, ekonomik ve duygusal boyuta da sahiptir. Sorumluluk, sosyal kabul, arkadaşlık gibi hususlar mutluluğun sosyal boyutunu niteler; sorumluluk, kişiye benlik farkındalığını sağlatma yoluyla sorunlarını tanıması ve onlarla baş etmesine yardım olur; sosyal kabul, kişiyi bulunduğu grupta değerli hissettirme yoluyla kişinin özgüven ve özsaygısını yükseltir; arkadaşlık ise, kişiyi ilişkiler içerisine sokarak ona kendisini ifade etme ve görüş alışverişinde bulunabilme yoluyla güven ve özgürlük sağlar. Sınıfsallık, ve onun bir göstergesi olan sosyoekonomik durum (SED), ise mutluluğun ekonomik boyutunu niteler; işçi sınıfı, orta sınıf (burjuvazi) ve üst sınıfa (aristokrasi) mensup olmaya göre mutluluk algısı ve derecesi değişmektedir; yüksek SED, düşük SED'e göre mutluluk ile daha yüksek bir olumlu ilişkiye sahip gibi görülmektedir (Twenge & Cooper, 2020). Son olarak; iyimserlik, özgüven, özsaygı ve --en önemlisi-- ''akış'' (Csikszentmihalyi, 1975) gibi hususlar mutluluğun duygusal --ve kaçınılmaz olarak öznel-- boyutunu oluşturur; iyimserlik, kişiyi eyleme teşvik etmesi bakımından onu esnek (resillient) kılar; özgüven, oldukça basit anlamıyla, kişinin kendisine güvenmesi yoluyla bir huzur sağlar; özsaygı, yine oldukça basit tanımıyla, kişinin kendi varlığını kabul etmesi, kendisini kabullenmesi yoluyla kişiye, insan olarak, bir değere sahip olduğunu fark ettirir; ''akış'' ise, kişiye yaptığı iş üzerinde yoğunlaşması yoluyla zaman tanımayan bir özgürlük ve an farkındalığı yaşatır. Mutluluğun bu sosyal, ekonomik ve duygusal boyutlarına ek olarak farklı bir boyutu olup olmadığına dair tartışmayı sosyal bilimci arkadaşlarıma bırakıyorum.
-*-
Mutluluğun iki temel türü olduğu düşünülür: ödamonik (öz farkındalık odaklı) ve hedonik (haz odaklı). Şahsen çok çetrefilli bir mutluluk serüveni yaşamış olan ben, daha evvel, hedonik mutluluğu ararken, git gide ödamonik mutluluğu aramaya başladığımı fark ettim. Tabii ilk başlarda, deneyimlediğim şeyi adlandıracak ''ödamoni'' kavramından bihaberdim; Stoacılık'ı keşfetmem sayesinde, yaşadığım deneyimin adını koymuş oldum. Hatta buradan hareketle bir stoacı olmayı bile düşündüm; mutluluğa dair arayışlarım beni stoacıların, kabaca, ''kabul''e dayalı görüşüne getirmişti. Fakat içimdeki o septik ve pesimist taraf, zaman zaman su yüzüne çıkmaya devam ediyordu, ki hala devam etmekte. Bir şeylerin iyi olacağına inancımı her geçen gün yitirmekte ve sık sık, kendi kendimi yıpratacak bir şekilde, umutsuzluğa kapılmaktayım. Kendime ''en kötü ne olabilir'' diye sorduğumda da bir yanıt veremiyorum. Öyle bir belirsizlik hali içerisindeyim ki, sayamacağım kadar kötü şey olabilir diye düşüyorum; bunun sebebi de, bence, kötünün ne kadar ''kötü'' olabileceği ile ilgili olmaktan ziyade ''iyi''den yoksun olmak (''iyi'' ve kötü'' kavramları öznel anlamda kullanılmıştır). İyiden yoksun olmak ve sürekli kötü şeylere maruz kalmak, belirsizliği yordadığı gibi; mutsuzluğumu nitelemek için kullandığım ''çaresizlik''i de yordayabilir. Çaresizlik sözcüğünü kullanmamın sebebi, mutsuzluğum üzerinde etkisi olan pek çok etkenin aslında dış kaynaklı olduğunu ve bundan dolayı onları düzeltebilmeye çarem olmadığını düşünmemdi. Oysa, bu yazıyı yazarken yaşadığım aydınlanmayla, mutsuzluğumu nitelemek için çaresizlik yerine ''öğrenilmiş çaresizlik'' (Seligman, 1967) kavramını kullanmam gerektiğini anladım.
Neden başka bir kavram değil de ''öğrenilmiş çaresizlik?'' Bunun temellendirmesini kendi zihnimde, pekala, yaptım ama bir kandırmaca yapmadığımı ispat etmek açısından gerekçeler sunacağım. Vasat ebeveynlere maruz kalmak, işlerin sosyoekonomik düzeyde uzun süredir yolunda gitmediğine tanıklık etmek, beden memnuniyetsizliğine dayalı özgüven eksikliğinden muzdarip olmak, ilgi ve sevgi yoksunluğu çekmek, müşfik olmaktan geri durmak (bir başka deyişle, grup faaliyetlerine girmekten çekinmek) ve mükemmeliyetçi olmak gibi etkenler öğrenilmiş çaresizliğimin gerekçesi olarak görülebilir. (Elbette, derinlere inildiğinde daha pek çok gerekçe olduğu görülecektir fakat beni bu konuda mazur görün; henüz amatör bir yazar olarak, konuyu bulandırmaksızın, daha fazla anlamlı gerekçe bulmakta zorlanmaktayım.)
Gerekçeme kuramsal bir çerçeve kazandırmak için Ivan Pavlov'un (1849-1936) klasik koşullanma kuramını kullanacağım. Klasik koşullama, kabaca, özneye koşullu refleks kazandırmayı amaçlar (örneğin belirli bir kokuyu alınca bir anıyı anımsamak). Bu koşullu refleksler --ya da koşullu uyaranlar--, doğrudan duygulara hitap eder; bunlar, hoşa giden (pleasent) ya da caydırıcı (aversive) olabilir. Klasik koşullanma sonucu ortaya çıkabilen bir fenomen olan öğrenilmiş çaresizlik, bir öznenin tekrar tekrar stresli bir duruma (aversif uyarana maruz kalma) yaşamasından sonra ortaya çıkan bir durumdur; bu durumu yaşayan insanlar, durumu kontrol edemeyecekleri veya değiştiremeyeceklerine inanırlar, bu yüzden değişim fırsatları ortaya çıktığında bile denemezler (Medical News Today, 17.05.2021'de erişildi). Bu tanım üzerinden mutsuzluğumun yordayıcısının öğrenilmiş çaresizlik olduğunu teyit edeceğim: ''tekrar tekrar'', evet; ''stresli bir durum'', evet; ''durumu kontrol edemeyecekleri'', kısmen evet; ''veya değiştiremeyeceklerine''; kısmen evet; ''inanırlar'', evet. 'Bazılarına ''kısmen evet'' dememin sebebi, çaresiz hissetsem de bir şeyleri --ufak da olsa-- değiştirebileceğime olan inancımın somut bir çok örnekle desteklendiğini görmemdir; fakat bunun etkisi oldukça minör olduğu için ''hayır'' demek yerine ''kısmen evet'' deme gereğini duydum. Sonuç olarak, teyit tutarlı gibi görünüyor. (Kuramsal çerçevedeki büyük eksikliğin farkındayım; bu konuda derinlikli bir kavrayış elde etmek isteyen okurlara Seligman & Maier, 1967; Seligman & Maier, 1975; Hiroto & Seligman, 1975 makalelerini öneririm.)
Mutsuzluk Çemberini Kırabilmek: Stratejiler
Douglas Adams'ın fantastik evrenindeki ''Derin Düşünce'' adlı süper bilgisayarın yaşam, evren ve her şeyin anlamına cevaben verdiği ''42'' yanıtını duymak ne kadar işe yaramaz ise mutsuzluğa cevaben verdiğim ''öğrenilmiş çaresizlik'' yanıtı da o kadar işe yaramaz ve gibi görünüyor. İşe yarar bir yol olarak, mutsuzluğu stratejiler yoluyla dengelemek akıllıca olabilir. Olası stratejiler şunlardır: farkında olmak, yapıcı düşünmek ve bazen hiçbir şey yapmamak. ''Hiçbir şey yapmamak'' kulağa saçma geliyor olabilir, ne de olsa içinde bulunduğumuz çağ bizi hep koşturmaya, eylemeye, asla geride kalmamaya zorluyor fakat fark edilecektir ki yarım saat dahi hiçbir şey yapmaksızın uzandığınız ya da oturduğunuzda bir şeyler hissedeceksiniz; olumsuz pek çok düşünce su üstüne çıkmaya başlayacak, rahatsız olacaksınız fakat bir süre sona, maruz kalma etkisiyle, olumsuz düşünceler artık daha olağan algılanacaktır. Diğer stratejilerden biri olarak farkında olmak ya da farkındalık, mutsuzluğu dengelemedeki en iyi strateji gibi görünüyor; kişi, farkındalığı sayesinde, mutsuzluğa kapılsa bile, bunun farkında olarak bununla baş etmenin bir yolunu kendisi bulabilir ya da yakın çevresinden duygusal destek isteyebilir. Diğer strateji olan yapıcı düşünme ise, basitçe, uzlaşı ve çözüm odaklı düşünme yoluya kişinin yorumlama, ilişki kurma ve anlamlandırma yetilerini pekiştirir.
Benim saydığım bu stratejilerin yanında, alanyazında, özgüvenini yükseltmek ve iyimser olmak gibi seçenekler de mevcut fakat tekrara düşmemek ve özgün şeyler eklemek istediğim için bunları dahil etmedim. Gerek özgüven gerekse iyimserlik ile ilgili derin kuşkulara sahip olduğumu ve özellikle iyimser olmanın, mevcut çağın mediokritesini göz önünde bulundurarak, herhangi bir mantıklı ya da işe yarar bir tarafını, olmadığını iddia etmemekle birlikte, görmekte zorlandığımı belirtmek isterim. Henüz hakkında çok az şey bildiğim pozitif psikoloji alanyazınında keşfedilecek yeni makalelerin bu kanımı değiştirebilme potansiyeli olduğunu not ediyorum.
Mutluluk ve Mutsuzluk Arasındaki Gri Alan
Yazıda çoğunlukla mutsuz olmamaktan bahsedildi, peki ya mutluluk? Mutluluğa oldukça kuşkuyla yaklaşan biri olarak, mutsuzluk ile mutluluk arasında bir ''gri alan''nın olduğunu düşünüyor ve kendimi, mutlulukla ilişkim bakımından gri noktada konumlandırıyorum. Bu gri alan --siyah mutsuzluk, beyaz da mutluluk olarak düşünülürse-- dengeleme stratejileri sonucu, öznenin mutluluk düzeyinin konumlandığı noktadır. Elbette, zaman zaman belirgin bir şekilde mutlu ya da mutsuz hissedilebilir fakat, iddia ettiğim, dengeleme stratejileri sayesinde duygu durumunun gri alana gelmesi olası görünüyor. Hipotetik ''gri alan'' kavramının anlamlılığı, mutluluk üzerine yapılacak bir çalışmada test edilebilir.
Mutluluk Gerçekten Mümkün Mü?
Bu soruyu, felsefi, tam olarak ontolojik, bir derinlik barındırmasından ve benim bu ontolojiye dair bilgimin neredeyse hiç olmamasından ötürü yanıtlayamayacağım. Ontoloji ve genel olarak felsefeyle ilgili okumalar yaptıkça edineceğim bilgiler sonrası yazının bu kısmını da yazacağım.
Kaynakça
Csikszentmihalyi, M. (1975). Beyond boredom and anxiety. Washington: Jossey-Bass Publishers.
Diener, E. (1984). Subjective well-being. Psychological Bulletin, 95(3), 542–575.
Medical News Today, 17.05.2021'de erişildi.
Seligman, M. E., & Maier, S. F. (1967). Failure to escape traumatic shock. Journal of Experimental Psychology, 74(1), 1–9.
Twenge, J. M., & Cooper, A. B. (2020). The expanding class divide in happiness in the United States, 1972–2016. Emotion. Advance online publication.
Not: Kapak fotoğrafı, şashıma ait olmayıp, Leaf Flowers Show sitesinden alınmıştır.
Yorum Bırakın