“Bir Tibet metninde 'vatan, çölde bir konaklama yeridir sadece' denir. Ben o kadar uzağa gitmeyeceğim: Çocukluğumun manzarası için dünyanın bütün manzaralarını verirdim.'' (Emil Michel Cioran, Tarih ve Ütopya)
Çocukluğumdaki esrarengiz mutluluğun kaynağını hep merak etmişimdir. Hiçbir şeyi kafaya takmayış mı, kaybedecek bir şey olmayışı mı, henüz hemen her gerçeklikten bihaber oluş mu yoksa etrafında adeta pervane olan bir ailenin yarattığı konforlu alanı mıydı bana bu mutluluğu veren? O siyah beyaz günlerden öyle manzaralar anımsıyorum ki annem ve babamla -henüz kardeşim doğmamışken- sahil kenarında gezerken güneşin daha büyüleyici battığı, gür ağaçların gölgesinde bisiklet sürdüğüm ,caddelerin arasında yeni yapılan koskoca binalara bakıp hayret ettiğim manzaralar… Yaşam bir büyü olmalıydı!
Onun dışında, insan ilişkileri de ilgi çekici gelirdi. İnsanlar birbirleriyle telefonlaşıyorlar daha sonra bir kahvecide oturup el skışıp, muhabbet edip samimice tanış oluyorlardı. Nedense birbirlerine şu an tanık olduğum kadar bağırdıklarını ya da kızdıklarını hiç anımsamıyorum, öte yandan bir ihtimal beynim hatıraları daha çekici kılmak için böyle 'nahoş' ayrıntıları yok sayıyordu. Bu hedonist (hazcı) bir oyundan başka bir şey değildi ama doğrusu hoşuma gitmiyor da değildi.
Nitekim o zamanlar "hedonist" ne demek bilmek bir kenara, "oyun" kavramı bile saf bir eğlence ürünü olmaktan öteye gitmemişti henüz kafamda. Disneyland'den fırlamış bir masumiyet şatosunun içinde geçirdiğim merak dolu maceralarla geçen vakitler... Çok uzun sürmeyecekti 'masalsı' şatoların artık yerinin olmadığını, onun yerine 'gerçekçi' parlamento binalarının olması gerektiğine varmam (keşke her şey bu kadar kolay olsaydı).
Şimdi ise kendimi, erişkin aklımla bir ütopya arayışında buluyorum. Ama bu ütopya arayışımda ikiye ayrılıyorum: Aktivist yanım demokratik, insan haklarının korunduğu, düşünce ve ifade özgürlüğünün bulunduğu, etnik-dinsel-mezhepsel çatışmaların yaşanmadığı, ekonomik eşitliğin ve emek güvencesinin sağlandığı bir ütopyayı; edebi yanım ise yalnız ve yalnız çocukluğumdaki dünyayı düşlüyor. Bunlardan ilki erişkin aklıma her ne kadar daha yeğ gelse de, ikincisi de hemen her gece aklıma girip girip içimde garip hisleri yeşertiyor. Öyle ki bir kez düşlemeye başladım mı saatlerce kıpırdamadan düşünüp durduğum, kendimi bulunduğum an ve mekandan tamamen soyutladığım oluyor. Düşsel gerçeklik, dünyevi gerçekliğe meydan okuyor. Buradan bir ders çıkarılabilir mi?
Ütopyalar, kuşkusuz, düşlerde yaratılmakta. Düş kurmanın mahiri ise bir çocuktur. Çocuk belki ''ütopya'' nedir bilmez ama size kafasındaki ideal dünyasının bir resmini çizebilir; hatta, farkında değildir, ''ütopya''yı yaşar; bir anlamda. Nereye baksa, orayı kendisi için bir ''cennet''e çevirir. Bakışındaki ışıltı, sesindeki neşe, aklındaki merak; ütopya yaratımının araçlarıdır. Buradan hareketle ideolojilere, hurafelere, mitlere ve her türlü kafa karıştırıcı, yekpare anlamı parça parça eden mefhumdan azade bir şekilde düşünebilmek de ütopya yaratımı için bir şart gibi görünüyor.
Ütopyanın ne olduğuna ve nasıl kurgulandığına dair söylenecek daha çok şeyler vardır ama neden bir ütopya peşindeyiz? Ya da yalnızca elimizden kayıp giden bir ütopyanın hasretini çekip çekip kendimizi avutmak adına şatafatlı yapay ütopyaları mı düşlüyoruz? Böyle sorunca kulağa daha anlaşılır geliyor, değil mi? ''Çocukluğun herkes için bir 'ütopya' olmadığını'' düşünen bir kesimin sesini de duyar gibiyim ama anında yanıt da verebilirim: Düş kurmak, düş kurmak ve düş kurmak. Dış gerçeklik ne kadar imkansızlıklarla dolu olursa olsun; çocukluğundan armağan kalan düş kurma yetisini henüz yitirmemiş bir kişi, çocukluğundaki bir ütopyayı yansıtır, aynadan yansıyan kah sanat kah bilimdir. O kişi; bir çocukluk ütopyasının hikayesini anlatır, o hikayeyle pek çoklarını mest eder ve en sonunda ölümsüzlüğe kavuşur. Çocukluk ütopyasını iyi okuyamayan bir kişinin ise vay haline; o, içinde biriken ıstırapla yapay ütopya arayışlarına girecek, belirsiz mitlere ve kırılgan ideolojilere bel bağlayacaktır.
Yorum Bırakın