“Ey aşk! Ateştir senin nesebin
Niteliğin dumandır kaynağın ise rüzgâr
Su tufana dönüştü toprak da küle
Senin kokunla ateş rüzgâra karıştı
Şirin’siz her saray bî-sütûn gibi viranedir
Ferhat’sız her dağ bir saman çöpüdür rüzgârda
Yedi nesil öteye tüm atalarımız gâmdı
Bize miras kalan hep sonsuz keder oldu
Rüzgâr esince toprağımızdan senin kokun geliyor
Sadece sen kalacaksın
Biz hepimiz gidince”
Hâfız-ı Şirâzî
İnsan neslini ayakta tutan, Tanrı tarafından türümüze verilen nimetlerin en büyüklerinden olan aşkın, dillere ve kalemlere düşmüş en güzel destanlarındandır Leyla ile Mecûn’un hikâyesi. Kaynağını gerçek yaşamlardan alarak zaman içerisinde çeşitli anlatılarla ve farklı yorumlamalarla halka halka büyüyüp dillere, müellifler sayesinde ise doğu edebiyatının klasikleri arasına kendisini sokmuş bir aşkın başyapıtıdır. Bin yılı aşkın süredir Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında adına yüzlerce eser yazdırmıştır bu öykü. Fars edebiyatından Genceli Nizamî ilk olarak kaleme almış, Türk edebiyatından Fuzûlî ise kendine has o eşsiz diliyle zirveye çıkarmıştır bu öykünün anlatımını.
İster Toroslar ’da bir Yörük ister İran dağlarında Mecusi ister Sahra’da yaşayan bir Tuareg olalım, bütün bu topraklarda yaşayan insanlar Necid çöllerinde yaşayan ve gerçek adı Kays olan şairin çocukluk aşkı Leylâ’ya duyduğu aşk yüzünden aklını kaybederek dağlardaki kuşla, çöllerdeki aslanla arkadaşlık kurduğunu bir şekilde duymuştur ya da okumuştur. Ailesinin aşk derdinden kurtulması için Kabe’ye götürdüğünde derdinin artması için dua eden, sevdiğinin bir başkasıyla evlendirilmesine şahit olan, en sonunda kendini dünyevî işlerden soyutlayarak ruhunu sevdiğinin ruhuyla bütünleştirerek eriten ve ilahi aşka ulaşan bu adamın ve çok sevgili Leylâ’nın hikâyesini, modern hayata uyarlayarak ve bu hikâyenin özünden beslenerek uyarlanan yapılmış eserlerden benim dikkatimi ve ilgimi en çok çeken yapım God is Close (Tanrı Yakındır) olmuştur.
‘’Geçmişteki atalarımızdan da böyle bir şey duymadık biz. Bu deliliğe tutulmuş bir adam.’’ ayetinin iktibası ile başlayan Ali Vazirian’ın yönettiği bu şiirsel film, hikâyenin özüne gerektiği kadar bağlı kalışı ve duru anlatımıyla insanı hemen içini çeken bir yapıya sahip. Mü'minûn Suresi’nin 24. Ve 25. ayetlerine tekabül eden bu kısmın çevirilerini çeşitli yerlerde ‘’ Geçmişteki atalarımızdan da böyle bir şey duymadık biz. Bu adam olsa olsa cin çarpmış biridir.’’ şeklinde görebiliriz. İki çevirinin farklı olmasının altında Mecnûn kelimesinin Arapça “karanlık, saklamak, örtmek gizlemek” anlamlarına gelen cnn kökünden türetilmesi yatar. Bu kökten ‘’ağaçlarla örtülü yer’’ olarak cennet, ‘’anne karnında gizlenmiş’’ olarak cenin, ‘’aklın örtülmesi’’ olarak cinnet ‘’insan gözünden gizlenen’’ olarak cin ve cin kelimesinin mefˁ’ulu olarak da ‘’deli, cinlere uğramış’’ anlamlarına gelen mecnun kelimeleri türetilmiş. Yani bizim mecnunların hepsi cin çarpmış gibi delirenlerdir aslında.
Filmin ilk sahnesinde Mecnûn’un timsali olan Rıza’yı, gördüklerini zihninde canlandıramayan, yaşadıklarını bir rüya zanneden, saçı sakalı birbirine karışmış bir halde görürüz. Yönetmen, henüz burada düştüğü aşk kuyusunda debelenen Mecnûn’umuzu bize çekinmeden verir. Rıza’nın uhrevi yolculuğunun son etaplarına tekabül eden bu sahneden sonra flashback (geriye dönüş) tekniğiyle Rıza’yı delilik raddesine sokan olaylar bize şiirsel bir dille anlatılır. İlk etapta gösterilen sahnelerle Leylâ’sına âşık olmadan önce de çevresi tarafından ruhsal olarak nahif olarak görülen Rıza’nın hayatının o güne kadar zorluklarla geçtiğini anlarız. Abisi ve babası vefat eden Rıza, annesiyle bir küçük çatının altında yaşam mücadelesi verip kendi hâlinde yaşayan, ülkemizde pek alışık olmadığımız bir şekilde motor ile taksicilik yapan bir geçtir. Diğer meslektaşlarından ayrı olarak özellikle kadınların kendisine dokunduğunda rahatsız olmalarını engellemek için sırtına bir meyve kasası bağlacak kadar ince bir ruha da sahip. Pazarda meyve kasasını aldığı adama kasanın değerinden çok para ödemesi ve tek başına bir şeyler satan küçük bir kız çocuğundan ihtiyacı olmamasına rağmen bütün elmalarını satın alması, bizlere taşıdığı kibar ve ince ruhu açıkça aksediyor. Üstelik pazardan eve geçip annesiyle konuştuğu sahnede elmaların çürümüş olduğunu da görüyoruz. İnsan yaşamının kaynağı, Tanrı’nın sihirli meyvesi elmanın tercihi de elbette bir rastlantı değil.
Rıza’nın hâletiruhiyesini biraz biraz anladıktan sonra Öğretmen Leylâ ile tanışıyoruz. İran coğrafyasının ve fakirliğin etkisiyle şehir merkezine uzak, yüksek bir yerde öğretmenlik yapan Leylâ, şehir merkezinden gideceği okula Rıza’nın motosikleti ile gidip gelmeye başlar, onun müşterisi olur. Birçok taksici arasından Rıza'yı seçtiren tercihe Leylâ’ya iten ise ona ilk görüşte âşık olan Rıza’nın bir takım akıl oyunlarıdır. Saf yapısının arkasında ince bir zekasının olduğunu da anlarız böylelikle. Bu yolculuklar sırasında Rıza’nın sakarlıkları, okul ile şehir arasında sürekli git gel yapmaları, Leylâ’nın yolculukları sırasında başka taksicileri tercih etmemesi gibi etkenlerle aşık ile maşuk daha da yakınlaşır, ya da bizler ve Rıza öyle sanarız. İkilinin yakınlaşmalarını maşuk aşığına yüz veriyor olarak görmeyin, Leylâ Rıza’ya karşı hep sert ve vakur bir halde. Rıza’nın aşkına ve iyiliklerine daha çok acıma, hüzün ve ürkeklik ile cevap verir.
Okul ile şehir merkezi arasındaki yolculukların ele alındığı bu bölümünde yönetmen, ısrarla bize su ile ilgili birtakım olaylar gösterir. Önce Leylâ’nın ayakkabısı, Rıza'nın motoru dikkatsiz kullanması sonucu bir dereye düşer ve Rıza ayakkabıyı suyun içinde debelenerek koşup yakalar. Leylâ tarafından takdir edileceğini sanan Rıza umduğunu bulamaz. Bu vakit kaybının sonucu okula geç kalan Leylâ Rıza'yı bir güzel paylar. Bir başka yolculuk öncesi Leylâ bir su birikintisinden üstünden geçmek zorundayken Rıza, Leylâ’sının ayakları ve elbisesini ıslanmadan birikinti üstünden geçsin diye meyve kasasını birikintinin üstüne atar. Bu atış öyle sert olur ki su Leylâ’nın başına kadar sıçrar. Leylâ'nın tepkisi bir önceki kadar sert olmaz. Aynı gün ne hikmetse okula vardıklarında Leylâ öğrencilerine su kelimesini öğretiyordur. Sınıfta ısrarla âb kelimesi tekrar edilir. Âb, âb, âb... Bizim Mecnun da bir oyuğun içinden gizliden gizliye dersi takip eder. Öğrencinin kafasında bilgi somutlaşsın diye Leylâ bir bardağa su doldururken Rıza ansızın kendisinin de susadığını fark eder. Okulun çeşmesine koşar ancak çeşmeden su akmaz, tam o sırada bir yağmur başlar ve Rıza bu yağmurla bir nebze ruhunun ateşini dindirir. Çünkü, Tanrı yakındır.
Suyun, ısrarla sahneler boyunca verilmesinin arkasında Doğu medeniyetlerinin kültüründe ve edebiyatında aşkı, ömrü, vuslatı temsil etmesi yatar. İnsan ömrü de tıpkı akan bir su gibi gelip geçer. Bir aşık, hicrandan çöllere düştüğünde vuslatını suda bulur. Ve insan aşk çeşmesinin suyunu içmeden, o çeşmenin suyuyla temizlenmeden asla kâmil olamaz, temizlenemez, aklanamaz ve ebedi hayatı bulamaz.
Bu arınma sonrası Rıza çeşitli hülyaların içinde yaşamaya başlar, dilinden sürekli âb kelimesi düşer, yemeden ve içmeden kesilir. Bir süre sonra Leylâ’nın bir başkasıyla evleneceğini öğrenir. O günden sonra deliliği iyice artar, sokaklarda insanların dalga geçtiği, hor gördüğü bir divaneye döner. Bu etapta bir mürşit, bir yol gösterici olarak Seyit Yahya devreye girer. Mürşit, artık öğrencisine beşerî aşkın ilahî aşka dönüşünü öğretmek zorundadır. Bu zaman dilimi aynı zamanda filmin ilk sahneleriyle eşdeğerdir. Onun için endişelenen kolu komşu onu bir dergâha götürür ve Rıza dergâhta yaşamaya başlar. Burada geçirdiği süre boyunca tasavvuf yolculuğunu tamamlar ve ruhunu Tanrı’nın ruhu içinde eriterek onunla bütünleşir. Tanrı sevgisi diğer tüm sevgileri kapsar.
Yıllar sonra tekrar karşılaşan aşık ile maşukumuz dergâhta bir kısa sohbet ederler. Leylâ kocası ile ailesine bakmak zorunda olduğu için evlendiğini ve onunla bir süre önce ayrıldığını söyler. Öğretmenliğe geri döndüğünü ve tekrar bir taksiye, bir yoldaşa ihtiyacı olduğunu belirtir. Rıza o işi bıraktığını, tekrar yapmaya başlarsa mutlaka kendisini bulacağını söyler. Leylâ, göğsünün ta içine tüm pişmanlıklarını gömerek hayal kırıklıklarını avuçlarına alarak gider.
Aşık ile maşukun bu karşılaşmasından bir gün sonra Seyit Yahya ile Rıza arasında filmimizin ve hikâyemizin temel taşını oluşturan bir konuşma yaşanır.
-Leylâ’nın peşinden gidiyorum Seyit Yahya, Leylâ’yı arıyorum.
-Leylâ dün kendi ayağıyla sana gelmişti. Sen gitmesine izin verdin.
-Başka bir Leylâ’yı arıyorum. Kimsenin benden alıp götüremeyeceği, istediğim zaman kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın eğer âşık olursan başka kimseye muhtaç olmayacağın bir Leylâ’yı.
’'Geldi üzerime üç keder bir anda
Yalnızlık,esaret ve sevgilinin hasreti
Yalnızlığın ve esaretin çaresi var
Ama sevgilinin hasreti
Sevgilinin hasreti.’’
Yorum Bırakın