Acı acı bağıran telefon alarmının sesiyle uyandı kadın. Gözlerini açar açmaz yoğun bir baş ağrısının içinde boğuluyordu. Çapaklaşmış kirpiklerini elinin tersiyle silip karanlığa gömülen tavanı izlemeye başladı. Sanki başını yastığa daha demin koymuştu; bir türlü birleştiremedikleri iki yakayı, dolduruşa hiç gelemeyen buzdolabını ve çocuklarının hiç bitmeyen isteklerini sıkıntıyla düşünürken güç bela daldığı uykudan, hiç uyumamış gibiydi. Bu baş ağrısı ne zaman geçecekti acaba?
Başını yana çevirdi ve sırtı ona dönük olan kocasını gördü. Yıllarca beraber o ev senin, bu ev benim kiralarında sürünürken, uyuz ev sahiplerinden bıkmış ve İstanbul’un pek bilinmeyen bir semtine gelip derme çatma bir gecekondu yapmışlardı. Mutlu olacaklarını mı sanıyordu? Hayat bu kadar tozpembe miydi o zamanlar? Bilemezdi. Bir dert başka bir derdin peşinden koşar adım kovalıyordu çünkü.
Düşünceleri içinde kaybolmaya devam ederse sıcacık yatağında hiç doyamadığı bir uykuya dalacaktı. Sımsıcak yatağı ve salaş pijamaları terk etmek mi? O soğuk odada titreye titreye giyinmek sobalı evlerin kâbusu gibi bir şeydi. O sabah soğuğunda, akşam cayır cayır yanan ve ilikleri ısıtan sobadan, üzerinde kestane ve patates pişen o sobadan, buz gibi bir selam alırsın sadece. Kadın çabucak giyindi ve yüzünü yıkama kâbusuna doğru ilerledi… Ensesine demir gibi suyu elinin içiyle sürerse belki bu lanet baş ağrısından kurtulurdu. O zaman koşa koşa asgari ücretle çalıştığı işine gider, o suratsız memurlara çay dağıtmaya devam edebilirdi.
Kadın, telefon alarmını duyduktan sonra hayatı hep bir koşturmacaydı. İş yerinde çalış, evde çalış, hafta sonunun pazarında çalış… Odun kesmekten nasırlaşmış elleri de artık bir kadının eli değil gibiydi. Bulaşık suyu ve ardından odun talaşı… Nemlendiriciyi geçtik, yağla ovalasa bile semsert olmuş elleri ve ödemli parmaklarında hiçbir değişiklik olmuyordu.
Lekelenmiş ve yamuk takılmış aynada ki solgun ve zayıf yüzüne bakıyordu şimdi. Dünyayı kasıp kavuran salgın yüzünden kocasının fabrikadan atılması ve işsizlik rüzgârı, evlerinin kapısından bir selam çakıp girmiş, gitmek bilmeyen ve dağıtmaya devam eden misafir çocuğuna dönüşmüştü. Askılıkta duran, herkesin kullandığı havlunun en kuru yerine, yüzünü gözünü silmeye başladı. Hiç yumuşak değildi hareketleri. Renksiz ve kansız yüzünü pis havluyla renklendirmek için epey bir uğraştı. Havlu yerine asıldığında bir öncekinden daha ıslaktı. Artık tek bir kuru noktası kalmamıştı.
En azından kocası artık kömürlükteki odunları keserdi de nasırlı ellerine biraz can gelirdi belki. ''Bak işte'', dedi içinden; yine bardağın dolu tarafından bakabilmişti. Kısacık ve umudun kırıntısı olan bir gülümseme geçti yüzünden. Holün gece lambasının loş ışığı, şahit oldu bu tebessüme.
Ensesinden gelen serinlikle ve gülümseme nedeniyle gözü açılmıştı biraz daha. Evin tek iyi eşyası olan buzdolabından yarım domates ve ufak bir peynir alıp götürse miydi acaba diye sorular üşüştü kafasına. Pazardan pek bir şey alamamaları geldi aklına birden. Yerden kıvırcık toplayanları görüp kocasıyla birbirlerine bakıp yere eğilmek için hamle yaptıkları anı unutamıyordu. İşte! Yine aklına gelmişti. Hâlbuki dünkü kestane ve patates keyfinden sonra bu umutsuz anıyı silmişti bir anlığına da olsa. O kıvırcıkları bırakıp eve geldiler ama aldıkları, o ufak ve sağlam buzdolabını dolduramamıştı. Kendisi tıka basa dolmayı da sevmezdi zaten… Havasız kalmak buzdolapları için zorlu bir süreçti. Bu gidişle de hiçbir zaman tam kapasite dolmayacaktı. Aklına gelen domates ve peyniri yine aklında bırakıp kapının yanındaki askılıktan tüylenmiş kabanını hızlıca sırtına aldı. Asla duvar saatine bakmazdı, o acı acı öten telefon sesi her şeyin başıydı çünkü.
Evden daha soğuk olan bir şey varsa, o da kışın ve sabahın ağızdan dumanlar çıkaran soğuğuydu. Nasırlı ellerine eldiven takmayı unuttuğu için kendisini tebrik etti ve titreye titreye kırk dakikada bir geçen otobüse yetişmeye çalıştı. Kenar mahallelerin açık arazilerinin yanından geçerken havlayan köpek ordusuna rastladı ve köpeklerin birden sustuğunu görünce şaşkına uğradı. Köpekler öyle bir bakıyordu ki bu kadın da nereden çıktı dercesine bir bakıştı bu. Ayaz ve soğuk şimdi daha çok hissedildi kadının yüreğinde. Her zaman açık olan fırını kapalı görünce de içini kurt kemirmeye başladı.
Acaba herkes öldü mü bu salgından diye aklına bir sürü tuhaf soru yağdı. Resmen kafası doluya tutulmuştu. Yaz kış giydiği aynı ayakkabı da ayağına vurmaya başlayınca iyice keyfi kaçtı. Durağa geldiğinde hala kendinde değildi. Durağın arkasındaki kokmuş ağır yağ kokulu pastane de kapalıydı… Akciğerini dışarı atarcasına balgam çıkarıp o sırada sigara içmeyi başaran yaşlıca adamla, çiçekli basma eteğiyle ekşi ekşi kokan ve temizliğe giden kadın da ortalıklarda görünmüyordu. Yokluklarına sevinse miydi, üzülse miydi bilemedi. Etrafına bakındı iyice; bankı olmayan durağın biraz uzağında korkunç görünümlü ve siyah giyimli bir adamı görünce kadının başına o ağrı saplandı yine. Durağın ortasındaki direk şimdi ona daha samimi gelmişti. O hiç sevmediği direği kaç kez söküp atası gelmiş, kaldırımda oturulmak zorunda bırakıldıkları için içinden sövmüştü hep. Şimdi o direk yanındaydı sadece. O korkunç adam orada durmaya devam ederken arabesk müzik çalan şahin cadde üzerinden yavaş yavaş onlara doğru geliyordu. Bekleyeli on dakika olmuş ama körüklü otobüs yerine gele gele bir şahin gelmişti. Arabanın içindekiler kadını şöyle bir süzüp baktılar ve korkunç görünümlü adama el salladılar. Adam kadına yiyecekmiş gibi baktı ve arabaya bindi.
Şahin uzaklaşırken kadın ellerini hissetmediğini fark etti. İçine işleyen soğuk elini yakalamış ve geri vermiyordu şimdi. Kadın artık kendisiyle bile konuşmadan evine doğru yürümeye başladı. Demek ki iyiler ölmüş ve kötüler kalmıştı. Belki kocası da uyumuyordu da ölmüştü o an. Acaba çocukları, yoksa onlarda mı? Bir an kendisinin kötü olduğunu düşündü ve yürüyüşü yavaşladı. Köpekler ve fırın ona gülüyordu sanki. Kadın da onlara baktı ve güldü. Evinin olduğu sokağa geldiğinde, kapıya gelene kadar çılgın ve tuhaf bir kahkaha krizine girdi.
''Sen nereden geliyorsun'' diyen kocası sıcak yatağına geri dönmüştü bile. Artık yanmayan sobanın yanındaki mindere uzandı ve kahkahasını içine attı. Çocuklar saatini yanlış kurmuş oysa. Saat üçmüş.
Yorum Bırakın