Doğum

Doğum
  • 19
    0
    0
    1
  • Doğum

    ‘’Öldür, yaşamak için öldür, öldürmek için yaşa, tek bildiğin bu, hiçbir şey hissetme sadece öldür, zaman algın yok, hislerin yok, empatin yok, ne yaptığını bile bilmiyorsun, sadece öldür.’’

                    78 yaşındaki bir kan kanserinin başında son anlarını yaşarken kendi kafamın içinde kurduğum cümlelerdi bunlar, kendisi benim orda olduğumun farkında ancak başındaki ağlayan insanlardan dolayı orda olmam umurunda bile değil. Hangi zamandan beri bu işi yaptığımın farkında bile değilim artık. Ne zaman başladı ne zaman bitecek asla idrak edemedim. Ama şuna artık gerçekten anlam veremiyorum. Bir kişinin son anlarını yaşadığını bildiğiniz halde, ona neden gözyaşı dökersiniz? Neden ölümün var olduğunu doğduğunuz anda bildiğiniz halde hala ondan kaçmaya çalışırsınız? Bu sorulara anlam veremediğim gibi asla bir cevap alamadım. Bunun ise iki sebebi var.

    1-      İnsanlar öleceğini anladığında aklı durur.

    2-      Ölüler konuşamaz.

    Artık bu soruların cevapsızlığı beni kendimden şüphelendirmeye başlamıştı. Yaptığım görevin ne olduğunu ne yapmam gerektiğini ve daha önce hatırlayamayacağım kadar yaptığım halde neden yaptığımı bilmiyordum. Yaptığım şeylerin belirli bir sonucu yoktu benim için. Sadece yapıyordum ve sonuçlarının benim için hiçbir önemi yoktu. Yapmam gerekiyordu ve yapıyordum. 

    Göz göze geldiğimizde o baygın gözlerinin yerini korku saldı, zamanın geldiğini benden önce onlar anlıyordu artık. Hiçbir duygu yok, bu dünyada işini yapan kimseden farkım yok. Benim görevim bu, yaklaştım, şahdamarına dokundum ve kalp atışlarının son bulduğunu gördükten sonra gözlerimi kapattım. Sona ermişti.

    Gözlerimi tekrar açtığımda senaryo biraz daha farklıydı. Yerde yatmış 18 yaşına daha yeni girmiş bir gencin titremesini görüyordum. Kanlarının içinde yapayalnız yerde kıvranırken kırmızı bir havuza düşmüş sinek gibiydi. Onun başında kimseler yoktu, kimse onu rahatlatmıyordu, karnındaki yaraları açan kişi bile terk etmişti. Kısacası yapayalnızdı ve bunun farkında bile değildi. Hiçbir duygu gözükmüyordu gözlerinde ne bir nefret ne bir korku ne de bir pişmanlık. O an kendime bunu sordum. ‘’Nereye kadar?’’

            Hiç hissetmediğim bir his geldi bir an ellerime, buzullardaki aldığım canlardan bile daha soğuktu ellerim. O an yerde yatan çocuğun gözlerine nefretle baktım. Ne zamandır yaptığımı bile hatırlayamadığım bir işte, bir ilk yaşadım. Yanına doğru yaklaştım ve buzdan bir farkı olmayan ellerimi yaranın olduğu yerden içeri soktum. İnsan kanının içeride ne kadar sıcak olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Kemiklerini birer kürdan çöpüymüş gibi kırarak kalbine ulaştım, daha zamanı vardı, ama benim yoktu, artık anlamsız insanların anlamsız canlarını almaktan bıkmıştım. Hala kan pompalamakta olan kalbini elimle bir kartopu gibi ezdim, bu sefer gözlerinin içine bile bakmamıştım. Bu benim son işimdi.

    Gözlerimi bir kere bile kapatmadım. Bir sonraki hayat umurumda değil. Bir sonraki ölüm umurumda değil. Sürekli ve sonsuz olan bu döngünün noktası olabilmek şu ana kadar aldığım tüm canlardan benim için daha önemli.  Yağmur yağmazsa ekinler çıkmaz. Ateş yanmazsa yemekler pişmez. Uyumazsan uyanamazsın. Bu döngüde eksilen olmazsa, yenisi de olmaz. Aldığım son canla beraber, verdiğim son bir can daha olduğunu da biliyordum. Bunu durdurmak benim için imkansızdı. Her neye bu canı verdiysem, bunun farkına ilk defa varmıştım. Ve bunu görmek benim için ilk ve son bir dilekti.  

    Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerime gelen güneşle gözlerimi kırptım, daha önce hiç farkında olmadan gözlerimi kırpmamıştım. Yollarını asla yürümek zorunda olmadığım bu yollarda yürürken ayaklarım zemini ilk defa kaplıyordu. Güneş siyah kıyafetlerimin altındaki varlığımı ısıtıyordu. Acaba neredeydi yarattığım son can, yokuşu çıkarken kafamdaki düşünceler ve endişeler şekillenmeye başlıyordu. Kimdim ben, ne kadardır buradaydım, neden bu zinciri kırdım, neden arıyordum bu yeni yarattığım canı?

    Yokuşun tepesine tırmandığımda etrafımdaki tüm gözlere baktım, hiçbiri daha önce gördüğüm gözlerden farksız değildi. Tek isteğim yarattığım canı gözlerimle görmekti. Tepeye vardığımda güneş artık tamamen sırtımdaydı, sıcaklığını iyice hisseder olmuştum. Ancak bu sıcaklık yavaş yavaş artmaya başladı, bu hisleri ilk defa hissettiğim için anlam veremiyordum ve kafamı aşağıya indirdiğimde içimden geçen bir el gördüm, bu benim elimdi. Kendi elim değildi, ama benim elimdi, yavaş yavaş kemiklerimi sanki bir kibrit çöpüymüş gibi kırarak yukarı doğru çıktı bu bildiğim ancak bir o kadar da yabancı olan el, sonra sıcacık kalbimi buz gibi parmaklarıyla kavradı ve sanki bir kar küresiymiş gibi paramparça etti. 

    Dizlerimin üstündeyken yere sırtüstü yatabilmeyi başardım, elin kime ait olduğunu fark ettiğimde ise aklım durdu, kendi gözlerimin içine bakıyordum. 

    Kendi kendime can verip, kendi canımı yine kendim almıştım. 


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.