Donuk
Adını bile bilmediğim bir plazanın çatısında etrafımda yüzlerce insanla bir hapiste hissediyordum. Ama bu benim zaten alışık olduğum bir durumdu. Çoğu insanın benim için burada bulunduğunu düşündükleri vakitte, tek başıma olduğumun farkında olan tek kişi bendim. Onlara gerçekleri göz bebeklerinin tam ortasını incecik bir neşterle deşip sokmayı düşündüm, ancak artık bunun için çok geçti, benim için çok geçti. Artık 59 yaşındaydım. Yarısı tanımadığım, diğer yarısı da beni tanıdığını düşünen bir et ve kemik topluluğu ile çatıda mahsur bırakılmıştım. Üzerine tonlarca çöp dökülüp ezilen bir fare gibi.
Elli dokuz yıl. İnsanların beni tanıyamamış olması için onları asla suçlamıyorum. Elli dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen ben bile kendimi hala tanıdığımı düşünmüyorum. Asla kendi başıma kalmadım. Asla kendi kendime kalmadım. Asla kendi içimle konuşmadım. Asla buna zamanım olmadı. Zaten farkındayım kimsenin bir şeye zamanı olmaz. Zaman yaratılır. Ancak bu kadar başarılı bir iş insanı olarak görüldüğüm halde asla bir zaman yaratamadım. Her zaman ileriyi düşündüm, iş dergilerinin ve gazetelerin manşetlerinde yazan o ileri görüşlü adam, ileriden başka hiçbir şeyi göremiyordu. Ve insanlar bunu bir mucize olarak gördüler. Bu dahi beyin elindeki tüm imkanları, yani zamanını en efektif bir şekilde kullanarak kendini ulusal derecede zenginler listesine dahil edebilecek bir seviyeye sokmuş kişi yaratmıştı. Muhteşem başarılara imza atmış ve artık parasının ne kadar olduğunu hesaplayamayacak kadar zengin olmuştu. Ne pahasına? Keşke yaptığım yüzlerce röportaj arasında sürekli döngüye alınmış sorulara sadece bunu ekleseler. Bana bu başarıya nasıl ulaştığımı ve gençlere tavsiyelerimi sorup duruyorlar. Ben ne kendi bir başarımı veya bir geçmiş görüyorum. Genç mi? Ben genç olduğumu asla hatırlamıyorum. İmzaladığım kağıtlar ve başlattığım projeler haricinde aklıma bir adet bir anım gelmiyor. Elli dokuz yıldır elli dokuz yaşındayım ben.
Hastalıklı zihnimin düşünceleri buruşuk gırtlağımı nefessiz bırakana kadar sıkarken arkamdan ağır adımlarla bir yaşlı adamın geldiğini hissettim. Gözlerim orda değildi, kulaklarım artık eskisi kadar iyi duymuyordu ve rüzgâr kulak zarlarımın on iki yüzünü de eritirken o adımları duydum. Kimseye rahatsız edilmemiş olmam gerektiğini söylediğim halde kapımdaki korumalarım bu yaşlı adamı nasıl içeri almışlardı. Adım kadar emindim kendi doğum günümde beni kimsenin ortadan kaybolduğum halde fark etmediğine. Adam yanıma kadar geldi ve kolunu uzattı. Kolundaki doğum lekesi benim kolumdakinin bir aynısıydı ve kendimde hatırladığım tek fiziksel özelliği bir başkasında görmek beni oldukça şaşırttı. Ben şaşkınlık içerisinde iken kolundaki çakma deri saati cebime koydu. ‘’Bence artık bu sana lazım’’. Diyerek uzaklaştı.
O an vücudumdaki tüm deri hücrelerinin sara krizi geçiriyormuş gibi titrediğini fark ettim. Doğduğumdaki emdiğim anne sütünden bugüne kadar yediğim her şey gırtlağımı bıçaklayarak delik deşik ederek yukarı doğru çıktı. Dizlerimin üstüne çöküp kusmaya başladım. Sanki hayatımda ilk defa kusuyormuş gibi, sanki hayatımda ilk defa neyin ne olup, neyin ne olduğunu bilmiyormuşum gibi.
Gözlerimi açtığımda hala plazada, ama bir yatağın üzerinde asistanım ve kişisel doktorumla beraberdik. Göz bebeklerimin içinden geçerek beynimi ısıtan ışığını hissettiğimde kendime gelmeye başlamıştım. Asistanım kapımdan kusma sesimi duyup içeri daldığında partideki doktorumu da çağırmıştı. Kendimi şanslı saymam gerekiyor herhalde çünkü doktorumun partide olduğunu bile bilmiyordum. Saymadım. Benim zamanım çoktan dolmuştu.
Yatakta yatarken hala kendimde değildim, genellikle olduğu gibi. Ancak bu sefer sanki daha farklı bir his sarmalamıştı dikenli tellerle beynimi. Kaybolmanın yerini ağrı verici bir farkındalık ve rahatsızlık kaplamıştı. Kaplamamış, ele geçirmişti. Daha önce bir ailenin hayatının sonuna kadar iyi yaşamasını sağlayabilecek saatler takmış olmama rağmen zamanın hiçbir zaman bu kadar farkına varamamıştım. Doktor ve asistana odamdan derhal çıkmalarını ve kalabalığa geri esir olmalarını söyledim. İtirazlarına aldırış etmeden odadan çıkmalarını bekledim ve çıktıklarında her zamanki gibi tek başıma kalmıştım. Kalabalığın içindeki yalnızlığı kendi kafamın içindeki kalabalıkta yalnız olmayı her zaman tercih etmişimdir. Cebimdeki saate daha detaylı bir şekilde bakmamış olduğum halde sanki bir kalbi varmışçasına çıkarttığı tik-tak sesini zihnimin en derin hücrelerinde hissettim. Çin seddini üç kere aralıksız koşmuş bir kalp gibi, patlamak üzere artıyordu. Ben onu duymamaya çalıştıkça sesi daha fazla yükseldi. Artık sanki cebimi yarıp dışarı çıkacakmışçasına bana sesleniyordu. Daha fazla karşı koyamadım, koymam için hiçbir sebep de yoktu zaten. Tanımadığım bir insandan aldığım saçma bir hediye olarak kötü bir anı kalacaktı sadece, ertesi gün unutulmak üzere.
Elimi cebime attığımda saatin alışık olduğum tüm diğer saatler gibi altın, metal veya benzeri bir yapıda olmadığını anlamıştım. Evet, insan 59 yıl boyunca 59 yaşında olarak yaşamış gibi hissetse de demek ki hala şaşırabileceği şeyler oluyormuş. Saati cebimden çıkardığımda siyah, gerçek olmayan bir deriden yapılma, akrep ve yelkovanın beyaz, saatlerin ise bir zamanlar orda olduğu, ama aynı saatin ayarlarının yapıldığı küçük düğmesi gibi aşınmış olduğunu gördüm. Gözlerimi tavana dikip zihnimin suyunu sıkmaya çalıştım. Kafatasımın küçülerek önce beynimi, sonra kalbimi ve tüm organlarımı yok ederek bir kara delik olmasını diledim. Tüm tanrılara yalvararak. Çünkü ben de karşıma çıkan her şeyi yok etmiş ve zaman kavramına sahip olamayan bir yaratıktım. İnsan olduğumdan bile emin olamıyordum artık, etrafımdaki ve gördüğüm hiçbir insana benzemiyordum çünkü.
Saat elimdeyken tabii ki aklımdan yine zaman geçiyordu. Saat değil, geçen dakikalar veya saatler, günler, saniyeler değil. Zaman. Nasıl geçtiğin anlamadığım ve geçmiş ile geleceği ayırt edemediğim ‘’Zaman’’. Parmaklarım zihnimin farkında olmadan bir refleksle, içgüdüyle saatin ayarının yapıldığı, döndürülen o minik düğmeye gitti. İleriyi merak etmiyordum otomatik olarak saati geriye çevirdim.
Elimi saatten çektiğimde tamamen bambaşka bir yerdeydim, saatin sesi daha az geliyordu artık kulağıma. O an beynimin iki lobunun arasına bir şimşek çaktı ve ortadan ikiye böldü, ikizimin cenazesindeydim. Bir ikizin ne kadar yakın olabileceğini biliyorsunuzdur büyük ihtimalle, biz de bir o kadar uzaktık birbirimizden. İşte o an onu kıskandım. Benim elli dokuzuncu yaş günümdeki insanların onda biri kadar insan onun cenazesine bile gelmemişti. Ancak gelenler ise tüm varlıklarıyla buradaydılar ve ne hissettiklerini biliyorlardı. Ben hariç. O zamanlar, yaklaşık olarak altı yıl önce olması lazım, nerede ve ne zaman bulunduğumu ne için bulunduğumu bilmiyordum. Şu an ise burada ikinci defa durmuş, tüm gerçekliği hissedebiliyordum. O an gözyaşlarımın tadını dudağımda ne kadar uzun zamandır hissetmediğimi, havanın ne kadar soğuk olursa olsun onların her zaman ne kadar sıcak olduğunu hatırladım. Kendime hâkim olamıyordum. Saatin sesi daha çok azalmış olsa bile sesi hala kulağımın çanağının içini tıkıyordu. Daha fazla kendime hâkim olamayıp saati elime alıp düğmeyi bir kez daha geriye çevirmiştim.
Gözlerimi bir daha açtığımda bir bankta oturuyordum. Saatin sesi artık kulağıma gelmiyordu bile, pilinin bitmesinin az kaldığını farkına vardım. Kafamı sola çevirdiğimde parkta sallanan iki çocuk ve karşılarında anne ve babamı gördüm. İnsanların anılarının ne kadar gerçek ve geçici olduğunun farkındaydım artık.
Kabullenmiştim. Zamanın ne kadar değiştirilemez ve aynı zamanda soyut olduğunu. Karşısına çıkan, çıkmış ve çıkacak her şeyi eninde sonunda, iyi veya kötü ayırt etmeden, gözünün yaşına bakmadan, istese de istemese de yok edeceğini anlamıştım. Her zaman geçmişi kabullenemeyecek kadar korkaktım, yaşayamadığım duyguları ve dönüp içinde olmam gereken anıları kabullenemediğim için hep daha da ileriyi düşündüm. Zamanda kaybolana kadar. Saatin sesi git gide azalmaya devam ediyordu, kalp atışlarım da aynı şekilde. Saatin pili bitmeden önce yine gidip, o plazanın çatısında kendime, zamanda daha genç ama ilerde olan halime bu saati vermem gerektiğini biliyordum. Ancak artık çok yorulmuştum. Zamanda bir ileri bir geri gitmenin ne kadar yorucu olduğunu sonunda fark etmiştim. Kalp atışlarımla beraber saatin de durmasını bekledim. Zamanla beraber kendimi de donduracaktım artık. Nokta koymanın zamanı gelmiş ve geçiyordu. Gözlerimi kapayıp zamanın beni de yok etmesine izin vermekten başka bir çarem yoktu.
Tik-tak. Tik-tak. Tik-tak…
Yorum Bırakın