Gırtlak
Tanrılara yakaran insanların sesini duyarken harcadıkları nefesi bile anlam veremiyordum artık. Bu simsiyah topraklarda tamamen tek başımızaydık. Umutsuzluk ve kabulleniş bu toplumun bir hücresi haline gelmişti. Kendi sonlarını getirdiğini bile bile.
Adanan onlarca adak sonrasında bile hala yukarıdan tek damla bile su düşmemişti. Bir tanrının bize acıyıp gözyaşlarını dökmesini boş verdim, hem de baya uzun zaman önce. Bir tanesinin bile o eşsiz bağlardan ezilerek yaratılan kan kırmızısı şaraplarından keyfini aldıktan sonra aşağı tükürmemelerini inanılmaz bencilce buluyordum. Kendi kendime, ‘’Demek ki tanrı olunca küstahlığın da tanrı seviyesinde oluyor.’’ Dedim.
Etrafımızdaki bu ucu gözükmeyen duvarlar bizi sanki bir kapandaymışçasına sarmalıyordu. Bu dikenli dağlara tırmanmayı denemek bile imkansızdı. Çünkü aramızdan ne kimse tanrıların yanına gidebilmeyi hakkediyordu, ne de bunu hakkettiğini düşünüyordu. Duvarların kendisi zaten bize çıkmamamız gerektiğini basitçe olmayan ağızlarıyla bile dile getiriyordu. Daha önce kimse bu dağların nerede sona erdiğini bilmiyordu zaten.
Daha fazla dayanamazdım. Nefretim gözümü bürüyordu, artık yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu ellerimizi tanrıya açmaktan başka. Bunu kabullenmiştim. Tanrılara adadığımız adaklar bir düzineyi geçmişti ve neredeyse popülasyonumuzun yarısını açlıktan, susuzluktan ve tanrılara adamaktan kaybetmiştik.
Artık her gece bu nefretimi tanrılara adamaktan başka bir çarem yoktu. Zamanında yaptığım tüm yalvarışlar yok olup yerini etrafımızı saran dağlardan daha da büyük olan nefret yakarmalarına vücudumun son hücrelerini bile harcıyordum.
Sorguluyordum. Neden bu halde olduğumuzu, ne yapmamız gerektiğini, bu durumdan nasıl kurtulmam gerektiğini. Önce şu ana kadar kurban edilmiş veya gebermiş olan halkımı düşündüm. Onları önce kıskandım, ondan sonra hayattayken bize bu kadar ıstırap eden tanrıların biz öldükten sonra yapabileceği şeyleri düşündüm. O an gözüme yerde duran o kutsal bıçak takıldı. Halkımın acısına kimilerine göre son veren, kimilerine göre halkımın acısına sebep veren o kutsal bıçak.
Kanıtlamam gerekiyordu. Ne kadar daha fazla kan bize suyu getirir. Ne kadar kaybedeceğimiz can bize yaşam getirir. Bunu hepimize kanıtlamam gerekiyordu. Kendime, halkıma ve tanrılara.
Bıçağı derimi yarıp çıkmak üzere olan kemiklerimin tüm gücüyle kavramasına izin verdim. Ölüden farkı olmayan halkımın hepsinin gırtlaklarını sanki birer kâğıt parçasıymış gibi kestim. Çoğunun hayatta olduğundan bile şüpheli olduğum halde.
Sonunda tanrılarla tek başımıza kaldık. Toprak halkımın kurumuş kanını bizim kadar susuz olduğu için büyük bir şehvet ile içine çekiyordu. Gözlerimi yukarı kaldırdığımda hiçbir su damlası göremiyordum. Gözlerimi kapadım ve yağmurun yüzümü ıslatmasını bekledim.
Ancak tek hissedebildiğim suratımdaki derinin artık altımdaki topraktan da daha kuru olduğuydu. Hala soruma cevap alamamıştım, demek ki bu kadar kan bile tanrıların tükürüğüne yetmiyordu. Ben de kendime bir tane daha eklemenin ne sıkıntısı olacağını sordum. Bıçağı gırtlağıma dayadığım anda beklediğim gerçekleşti. Daha önce hiç görmediğim kadar su. Ve daha önce hiç görmediğim bir olay. Su gökyüzünden değil de yerden çıkıyordu. Toprak bana halkımın kanını, nefretini ve gözyaşlarını geri veriyordu. Bu tuzlu ve saydam su durmadan yükseliyordu. Artık cesetler ve ben sanki havada süzülüyormuşçasına yukarı çıkıyorduk. Dağlar gitgide küçülüyordu. Artık ne kadar yükseklikte olduğumu bile fark etmediğim anda o kadar hızlanmıştı ki su, ciğerlerimin yavaş yavaş dolduğunu, kılcal damarlarımın kan yerine bu tuzlu su ile dolduğunu anlıyordum. Kendimi suyun içerisinde yukarı doğru yükselirken geriye bıraktım.
Tanrıların yanına doğru yükseldiğimin farkındaydım. Ancak ben oraya gitmek bile istemiyordum.
Yorum Bırakın