Ünlü İngiliz hikaye ve romancısı W. Somerset Maugham tarafından 15 Nisan 1919'da Ay ve Altı Peni kitabı yayımlandı. Yazarın bu kitabı ünlü ressam Paul Gauguin'in yaşamından esinlenerek yazdığı söylenmektedir. Kitabın temasından ve özelliklerinden bahsetmeden önce esinlenilen ressamın hayatına bir bakalım:
PAUL GAUGUİN KİMDİR?
(Doğum: 1848-Ölüm: 1903)
Paul Gauguin'in kişiliği üç kelime ile özetlenebilir: ''Uygarlığa küsmüş adam.'' Ama Avrupa uygarlığından kaçmak için sığındığı Polinezya Adalar'nda verdiği eserler yine de bu uygarlığın bölünmez parçası oldu.
Gauguin 7 Haziran 1848'de Paris'te doğdu. Babası Clovis, siyasi muhabir, annesi ise ünlü kadın yazar Flora Tristan 'ın kızıydı. Bu aileye, İspanyol ve Perulu kanı da karışmıştı. Flora'nın babası bir İspanyol soylusu, amcası da Peru Genel Valisi Dom Pio Tristan y Moscoso idi.
1851 yılında Louis Napoleon'un yaptığı hükümet darbesi üzerine, cumhuriyetçi olduğu için ailesiyle birlikte Fransa'dan kaçmak zorunda kalan Clovis Gauguin yolda öldü. Karısı da iki çocuğu ile birlikte Lima'ya sığındı. Peru'nun başkentinde ünlü akrabalarının yanında geçirdiği dört yıl Paul Gauguin için unutulmaz çocukluk hatıraları oldu. Yedi yaşına basınca annesi ile birlikte Fransa'ya dönerek Orleans şehrinde okula başladı. Serüvenci ruhu çok geçmeden kendini gösterecekti. On altı yaşında gizlice Luzzitano adındaki şilebe girdi ve dünya denizlerinde tam altı yıl dolaştı. 1871'de tekrar karaya ayak bastı. Annesi ölmüştü. Bu defa bambaşka bir işe girdi; bankacı oldu. Çok geçmeden Mette Gad adında Danimarkalı bir kızla tanıştı. Kısa bir sevişmeden sonra evlendiler. Mette'den beş çocuğu oldu. Bankacılığı artık benimsemişti. İyi para kazanıyor, düzenli iş ve aile hayatı ona yeni bir macera aramak için vakit bırakmıyordu.
Yıllar böylece akıp gitti. Yalnız pazar günleri resim yapabiliyordu. Konuları daha çok manzara ile çocuk başları idi. Salon Sergisi'nde gösterilen bu resimlerden biri çok beğenildi. Bu arada genç izlenimcilerle tanışarak onların sergisine de katıldı. Eleştirmenler resimlerinde Pissarro 'yu andıran taraflar buluyorlardı. Otuz beş yaşında bankacılığı bırakarak kendini tamamen resme verdi. Çok geçmeden bütün paraları bitince, bohem hayata ayak uyduramayan karısı, Kopenhag'da yaşayan anasının evine döndü. Gauguin de peşi sıra gitti ama kayınpederinin ekmeğini yemek ağır geldiği için burada fazla barınamadı. Dört çocuğunu karısına bırakarak, dokuz yaşındaki oğlu Clovis'le birlikte Paris'e döndü. Hayatı gün geçtikçe çetin bir durum alıyordu. Oğlunun yaşayabilmesi için aşağılık bir işi kabul etti. Cılız bir ücret karşılığı duvarlara ilan yapıştırmaya başladı. Ama açlık, soğuk ve alışık olmadığı bu yıpratıcı iş onu kısa zamanda yatağa düşürdü. Karısı da bu arada gelip Clovis'i alınca ıstırabı büsbütün arttı. Sıhhati biraz düzelince daha ucuz yaşayabilmek için Bretagne bölgesine gitti. Burada denize dimdik inen kayalıklar ve uçsuz bucaksız fundalık çok hoşuna gitti. Ablak yüzlü köylü portreleriyle yine köy havası taşıyan dini konularda resimler yapmakla avundu.
1887 yılında ani bir kararla çocukluğunu geçirdiği ülkelere göç etmeye karar verdi. Panama'ya gitti. O sıralarda yeni açılmakta olan ünlü Panama Kanalı inşaatında; yoluna devam edebilmek için gerekli parayı kazanmak umuduyla çalıştı. Eli nasır bağlayıncaya kadar kan ter içinde kayaları kırdı, taş taşıdı. Martinique'e gitti ama korkunç bir humma yakasına yapıştığı için çok geçmeden Fransa'ya dönmek zorunda kaldı. Paris'te birkaç ay evsiz, barksız, aç, sefil dolaştıktan sonra eski bir dostu sayesinde birkaç tablosunu satabildi. Bunun üzerine tekrar Bretagne'a, Pont-Aven'e gitti. Artık başlıbaşına bir sanat görüşüne sahip bulunuyordu. ''Resim sulh ve sükun demektir. Hareket ifade eden her şeyi silkip atmalı, konuyu statik bir hale getirmeli,'' derdi. Bu sözler, Gauguin'in hem eski Mısır sanatına hem de Baudelaire'e olan eğilimini gösterir. Gerçekten de bu hisli şair, sanatın tümünü bozan her fuzuli hareketi adeta suç sayardı.
Gauguin'in, Van Gogh 'la Arles'da geçirdiği ve ünlü kulak kesme hikayesiyle sonuçlanan günler işte bu sıralara rastlar. Arles'da Roma Mezarlığı Sokağı (Les Alyscamps) yine bu çağın eseridir. (Resim 1) Romantik etkiler sezilen resimde çok ölçülü bir renk dizisi ile kuvvetli bir geometri göze çarpar.
Resim 1: Gauguin, Arles'da Roma Mezarlığı Sokağı (Les Alyscamps),1888. Tuval üstüne yağlıboya, 91, 5x72,5 cm. Musee d'Orsay, Paris
Gauguin, ömrü boyunca tabiat karşısında sehpa kurmamış, bütün resimlerini imgeleminden yapmıştır. Ona göre bir sanatçı, ancak kendi kendine yeni bir dünya yaratabilen insandı. Böylece, Verlaine ve arkadaşları gibi, sembolist görüşünü açıklamış oluyordu. Aslında Gauguin yorum yönünden sembolist, yapı bakımından dışavurumcu, renkçi olarak da izlenimciydi.
Bretagne'da yaptığı resimlerden birkaçını Paris'te sattı. Güzel Sanatlar Bakanlığı'ndan Tahiti'ye kadar bedava bir vapur bileti de alınca çoktandır özlemini çektiği yerlere gidebilecekti.
23 Mart 1891'de ünlü Cafe Voltaire'de aralarında Mallarme 'nin de bulunduğu bir sembolist şairler topluluğu tarafından şerefine veda ziyafeti tertiplendikten sonra yola çıktı; 8 Temmuz'da Papeete'ye vardı. Ama bu şehri fazla medeni bulduğu için adanın iç bölgelerindeki Mataeia köyüne çekilerek, orada on üç yaşında bir yerli kızla birlikte basit bir kulübede yaşamaya başladı.
Artık aradığını bulmuştu. İnsanüstü bir kudretle çalışıyordu. Ia Orana Maria (Resim 2) ile Arearea (Resim 3) bu devin eserleridir.
Resim 2: Gauguin, Ia Orana Maria (Meryem'e Sesleniş), 1891. Tuval üstüne yağlıboya, 113, 7x87,6 cm. Metropolitan Museum of Art, New York
Resim 2' de, Hristiyan yerlilerin din inancını sembolize eden bir konudur.
Resim 3: Gauguin, Arearea (Eğlence), 1892. Tuval üstüne yağlıboya, 75x94 cm. Musee d'Orsay, Paris
''Eğlence'' anlamına gelen Arearea da insanlarla hayvanların cennet misali bir çevrede barış içinde hep beraber yaşamalarını tasvir eder. Her iki tablodaki cüretli renkler, statik yapı sayesinde ölçülü bir kompozisyon haline gelmektedir. Yine bu yıllarda yaptığı; yerlilerin mistik korkusunu canlandıran Manao Tupapau (Resim 4) bu serinin en önemlilerindendir.
Resim 4: Gauguin, Manao Tupapau (Ölülerin Ruhu Bizi Gözler), 1892. Tuval üstüne yağlıboya, 73x92 cm. Albright-Knox Art Gallery, Buffalo, New York
Ama mutlu günler uzun sürmeyecekti. Çok geçmeden parası bitti, üstelik de ağır hastalandı. Böylece 1893 yılında ister istemez tekrar Paris'e dönmek zorunda kaldı. Bu defa işler umduğu gibi çıkmadı. Kendisine karşı anlayış gösteren Güzel Sanatlar Bakanı değişmiş, halefi ise resimlerine bakmak ihtiyacını bile duymamıştı. Tahiti'de büyük bir aşkla yaptığı resimleri hiç fiyatına sattı. Bereket versin ki amcasından kalan küçük bir miras imdadına yetişti. Bu para ile kendine güzel bir atölye kiraladı.
Gauguin bu sıralarda Paris'te Annah adında Javalı bir kızla tanıştı. Bir süre beraber yaşadılar. Javalı Annah (Resim 5) işte bu çağın eseridir. Sanatçı bu resminde nedense renkten yana oldukça hasis davranmış, uçuk pembe, donuk mavi, ve kirli sarı ile yetinmiştir. Buna karşılık sade yapısı ile gerçekten ilgi çekici bir eserdir.
Resim 5: Gauguin, Javalı Annah, 1893. Tuval üstüne yağlıboya, 116x81 cm. Özel Koleksiyon
Günlerden bir gün Annah ile Bretagne’a gitmişlerdi. Pont-Aven’deki bir meyhanede bu cilveli kıza sataşmak isteyen sarhoş gemicilerle kavga etmiş, yediği şiddetli bir tekme neticesinde ayak bileği kırılmıştı. Hastaneye kaldırılmış, bunu fırsat bilen Javalı Annah da evinden yükte hafif, pahada ağır ne varsa çalarak gözden kaybolmuştu. İşte bu olay Gauguin’i öylesine sarstı ki Avrupa’yı bir daha dönmemek üzere terk etmeye karar verdi.
Tekrar Tahiti’ye vadığı zaman ona ulaşan ilk haber kızı Aline’in ölümü oldu. Sakat ayağı gün geçtikçe berbat bir hal alıyor, Paris’te bıraktığı resimler de hiç alıcı bulamıyordu. Bu hayal kırıklığı içinde arsenik içmek suretiyle intihara teşebbüs etti, ama başaramadı. Bu manevi işkence yıllarının en büyük sembolü Nereden Geldik? Biz Neyiz? Nereye Gidiyoruz? Adındaki dev kompozisyondur (Resim 6). Orta bölümünden bir parçasını aldığımız dört metre boyundaki bu resimde ana renkler mavi, yeşil ve turuncudur (ayrıca bkz. Resim 7). Sanatçının 1901 yılında dostu Charles Morice’e yazdığı mektup bu kompozisyonunun taşıdığı ruh hakkında yeteri kadar fikir verebilir: ‘’Ölmek istiyordum, bu umutsuzluk içinde elime geçen bir çuval parçasına bu konuyu bir çırpıda aktarıverdim. Resmi imzalamaya elim varmadı. Arsenik içtim ama yine de ölemedim. Sadece ıstırabım arttı.’’
Resim 6: Gauguin, Nereden Geldik? Biz Neyiz? Nereye Gidiyoruz? 1897. Tuval üstüne yağlıboya, 139x375 cm. Museum of Fine Arts, Boston
Resim 7: Gauguin, Beyaz At, 1898. Tuval üstüne yağlıboya, 140,5x92 cm. Musee d'Orsay, Paris
Bu sıralarda ‘’Le Sourire’’ adındaki dergide neşrettiği yerel sömürge idaresini eleştiren yazılar sebebiyle burada da düşmanlar edindi. Tahiti Valisi derhal adayı terk etmesini istedi. Sanatçı böylece, Markiz Adaları’na bağlı Hiva Oa adasına giderek Atuanna’da yerleşti. Burada yeni bir hızla çalışmaya başladı. Ama hastalık peşini bırakmıyordu. Kalbi rahatsızdı, ayakları egzama içindeydi ve bütün vücudu kırılıyordu. Bu durum sinirlerini de bozduğu için çok geçmeden misyoner rahiplerle köy jandarmalarıyla yerlilerin hakkını savunmak bahanesiyle kavga etmeye başladı.
Bunun üzerine halkı isyana teşvik suçuyla tevkif edilerek üç ay hapis ve 1.000 Frank para cezasına çarptırıldı. Tekrar kulübesine döndüğü zaman ruhen ve bedenen perişan bir insandı. 1903 yılının 8 Mayıs günü yakın dostu olan Tioka adındaki yerli, sabah ziyaretine geldiği vakit, Gauguin yatağında hareketsiz yatıyordu. Yere sarkan egzamalı bacağı henüz sıcaktı ama kalbi durmuştu.
Kaynak: Ünlü Ressamlar Hayatları ve Eserleri, Sadun Altuna, 2019 , Wikipedia
AY VE ALTI PENİ- W. SOMERSET MAUGHAM (kitap yorumum)
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren Bülent O. Doğan
Maugham kaleminden okuduğum üçüncü kitapla sizlerleyim. Boyalı Peçe ve İnsanın Esareti’yle sevgimi kazanmıştı, bu kitabıyla da gönlümde taht kurdu.
Maugham’ın kitaplarında ana kahraman hiçbir şekilde kusursuz değildir, buna alıştım artık. Hatta hataları o kadar çok oluyor ki, ''neden böyleler?'' diye kitaba dört elle sarılıp okuyorsunuz. Şahsen ben de öyle oldu. Karakteri size sorgulatan bir kalemi var yazarın.
İsimsiz bir anlatıcının gözünden okuduğumuz bu roman da, hem anlatıcının hem de her şeyini bırakıp giden Charles Strickland’ın hikayesini okuyoruz. Anlatıcı ise bir yazar... Strickland bir borsa simsarıyken ani bir kararla ressam olmaya karar veren tuhaf bir adam. Londra’da ki düzenli yaşamını, karısını ve çocuklarını terk edip Paris’e yerleşiyor. Maddi açıdan da elinde gözle görülür bir şeyi olmadığı halde, tek isteği resim yapmak olan garip ve umursamaz bir adama dönüşüyor.
Yazarın yarattığı bu karakter aslında Empresyonist ressam Paul Gauguin’den esinlenerek kurgulanmış... Kitabı okurken Empresyonizm akımıyla ilgili çok bilgiyle karşılaştım ve ön bir araştırmaya ihtiyaç duydum. ''Nasıl eserler ortaya konulmuş? Bu akımda, yani, “İzlenimcilik” adı altında hangi ressamlar var?'' gibi...
Maugham’ın sanata ilgisinin yoğun olduğunu da hissedebiliyorsunuz ayrıca. Her kitabında ressamlardan izler gördüm diyebilirim. Charles Stricklan’dan biraz daha bahsetmek istiyorum bu arada; aşırı umursamaz ve mottosu ise “canın cehenneme” :) Adama birazcık gıcık olduğum halde ara ara güldürebildi beni. Bu kitap aslında hayata karşı bir ressamın pasif direnişi olarak da anlamlandırılabilir. Severek ve keyifle okuduğum bir kitap oldu. Herkese tavsiye edebileceğim harika bir modern klasikti. Yaşanmış hayatlara dokunan kitapları da seviyorum :)
Bu yazı sanat ve edebiyatın iç içe girdiğinin bir örneğidir aslında. Ressam ve eserleri ile yazarın kitabı hakkında birçok şey öğrenmiş olduk. Hiç bitmeyecek olan bu etkileşimden kısa bir kesit sunmuş olduk sadece. Umarım ilginizi çekmiştir :) Teşekkürler.
Yorum Bırakın