Yeni Queer Sinema nedir?

Yeni Queer Sinema nedir?
  • 3
    0
    0
    1
  • “Yeni Queer Sinema”, Kuzey Amerika’da bir grup sinemacının 1990’ların başında gerçekleştirdikleri filmlere referansla ilk kez B. Ruby Rich tarafından gündeme getirilmiş bir kavramdır. Rich, Devriye’nin yarattığına benzer bir tepkiye neden olan Temel İçgüdü’nün (Basic Instinct, Paul Verhoeven, 1992) ve Derek Jarman’ın Edward II adlı filminin aynı hafta New York’ta gösterime girmelerinin, Yeni Yönetmenler/Yeni Filmler Festivali’nde The Hours and Times (Christopher Münch, 1991), Swoon (Tom Kalin, 1991), The Living End (Gregg Araki, 1992) ve R.S.V.P. (Laurie Lynd, 1992) adlarında dört queer filmin ilk gösterimlerinin gerçekleşmesinin ve San Francisco Gey ve Lezbiyen Film Festivali’nin 16 yıllık tarihindeki en başarılı yılını yaşamasının, 1992’yi bağımsız gey ve lezbiyen sinema ve video için dönüm noktası sayılacak bir yıl haline getirdiğini belirtir. Sözünü ettiği dönemin yeni queer filmleri ve videolarının hepsinin aynı olmadıklarını ve tek bir estetik dağarcığı, stratejiyi ya da meseleyi paylaşmadıklarını kaydeden Rich, bununla beraber bu filmlerin ortak bir üslupta birleşmiş olduklarını söyler. Yazara göre, yeni queer filmler ve videoların hepsi pastiş ve
    parodiye başvurmaktadır. Bu filmler, tarihi yeniden ele alırlar; kimlik politikalarından ve hümanist
    yaklaşımlardan uzaktırlar; saygısız, enerjik, minimalist yapımlardır; ancak diğer yandan abartılıdırlar; hepsinin ötesinde hazla yüklüdürler. Rich, yeni bütün queer filmlerin dağıtımcılar tarafından kapışılmış, anaakım festivallerde gösterilmiş ve sinemaların programlarına alınmış olmalarına da dikkati çeker. Harry Benshoff ve Sean Griffin, Poison (Todd Haynes, 1991), Swoon, Paris Is Burning (Jennie Livingston, 1991), The Living End, Edward II ve Benim Güzel Idaho’m (My Own Private Idaho, Gus Van Sant, 1992) adlı yeni quuer filmlerin daha aktivist ve kuramsal açıdan donanımlı sinemacılar tarafından yapıldıklarını
    kaydederler. Yazarlara göre, birçoğu 1980’lerin aktivizmiyle ateşlenmiş bu filmler, queer teori tarafından formülleştirilmiş kavramlarla ilişkilidirler ve toplu olarak ‘Yeni Queer Sinema’ olarak isimlendirilirler. Benshoff ve Griffin, bu sinemanın ‘vaftiz anası’ olarak anılan Christine Vachom’un, bu filmlerin çoğunun yapımcısı ve bu
    sinemasal hareketin önde gelen figürü olduğunu da hatırlatırlar. ‘Yeni Queer Sinema’nın 1991 ve 1992 yıllarının Sundance Film Festivali’nde ilgi gören Paris Is Burning, Poison, Swoon gibi sürpriz filmleri ve birçok başka filmi içerdiğini belirten Michele Aaron ise, bu filmlerin, sadece lezbiyen ve gey topluluklara odaklanamaları nedeniyle değil, onların aralarında yer alan alt-gruplara da yer verdikleri için marjinalleştirilmiş kesimlerin sesi oldukları görüşündedir. Örneğin, Tongues Untied (Marlon Riggs, 1989) ve Young Soul Rebels (Isaac Julien, 1991) adlı filmler siyah eşcinselleri perdeye
    getirmekte, ikincisi ayrıca sinemada ender rastlanan ırklararası bir çift sunmaktadır. Bir belgesel olan Paris Is Burning ise, New York’ta yaşayan gey ve transseksüel hispanik gençlere odaklanan bir filmdir. Aaron’a göre, queer filmlerin bir başka özelliği, karakterlerinin hataları ya da onların işledikleri suçlar nedeniyle özür dileyen
    bir tavır içinde olmamalarıdır. Karakterlerine olumlu bir görünüm kazandırmaktan kaçınan filmlerden Swoon, Poison ve The Living End (homo)erotize edilmiş bir şiddet içerirler. Bu nedenle, queer sinema, Aaron’un da işaret ettiği gibi, basmakalıp yaklaşımları reddetmek yerine onları revize etmiştir. Queer filmler geçmişin,
    özellikle homofobik geçmişin kutsallığına meydan okurlar. Örneğin Edward II, Hours and Times ve Swoon,tarihteki ilişkilere yeniden bakan ve bu ilişkilerin görmezlikten gelinmiş eşcinsel içeriğine odaklanan yapımlardır. Aaron, biçim, içerik ve türsel açıdan sinemasal uylaşımlara meydan okuyan queer filmlerin, birçok yönden ölüme de meydan okuduklarını belirtir. Burada ölüm, öncelikle AIDS olarak karşımıza çıkar.
    Örneğin, Zero Patience (John Greyson, 1993) adlı Kanada yapımı film, AIDS’in ilk kurbanı olduğu ileri sürülen bir pilotun hayata geri dönüşünü anlatan eğlenceli bir müzikaldir. ‘Yeni Queer Sinema’ ile ölüm arasındaki ilişkiye, Benim Güzel Idaho’m ve Edward II filmlerinin analizini yaptığı makalesinde José Arroyo da dikkati çeker. Bu filmlerin AIDS salgınını, biçimsel özellikleri, romantizmleri ve distopik görüş açıları aracılığıyla resmettiklerini belirten Arroyo, ‘Yeni Queer Sinema’nın
    varoluş nedenini AIDS’e bağlar. Queer filmlerin birçoğunda [örneğin Swoon, Looking for Langston (Isaac Julien, 1989), The Living End] eşcinsel arzunun ölüme neden olduğunu ve bu filmlerdeki karakterlerin aşk yüzünden öldüklerini hatırlatan yazar, bunların “yas filmleri” olarak okunabileceklerini söyler. Tom Kalin ve Todd Haynes gibi ‘Yeni Queer Sinema’nın önde gelen yönetmenleri de, gerçekte filmlerinin AIDS ile ilgili
    olduğunu ifade etmişlerdir. Yeni queer filmlerle ilgili önemli bir konu, bu filmlerin ilhamlarını nereden aldıkları, köklerinin nereye dayandığı ya da başka türlü ifade etmek gerekirse, bir ‘eski queer sinema’nın olup olmadığı sorusudur. Eğer yeni
    bir queer sinemadan sözediliyorsa, bunun bir de geçmişi olmalıdır. Bu konuyla ilgili yaygın görüş, avant-garde sinema ile eşcinsellik arasındaki ilişkiye dayanmaktadır. Bu bağlamda, eşcinsel oldukları bilinen Jean Cocteau, Maya Deren, James Broughton, Kenneth Anger ve Gregory Markopoulos gibi avant-garde yönetmenlere bir
    sonraki kuşaktan John Waters, Paul Morrisey ve Curt McDowell gibi isimler eklenebilir. Amy Taubin, Amerikan queer sinemasının köklerinin, Cocteau ve Warhol, Fassbinder ve Anger, Jean Genet ve Jack Smith gibi yönetmenlerde bulunduğunu belirtirken, Genet ile özdeşleştirilen yönetmen Todd Haynes da, ‘Yeni Queer Sinema’nın geçmişini, eşcinsellerle ilgili temsillerdeki anaakım kazanımlardan çok, Genet, Fassbinder, Warhol
    ve Sayles gibi eski queer sinemanın önde gelen isimlerinin uzlaşmaz filmlerine dayandırır.
    ‘Yeni Queer Sinema’ya ilişkin, biraz da ihmal edilmiş olduğunu söyleyebileceğimiz bir başka önemli tartışma konusu, bu sinemanın erkek eşcinsel ağırlıklı bir sinema olmasıdır. Bu konudaki en radikal eleştirinin sahibi olan Amy Taubin, queer sinemanın sınırlılığından söz eder. Bu sinemanın cinsel arzu tarafından belirlendiğini, ancak inşa ettiği arzunun özellikle eril olduğunu kaydeden Taubin, lezbiyen sinemacı Jenny Livingstone’un Paris Is Burning filminin siyah ve hispanik erkek travestilerle ilgili olduğunu da hatırlatarak
    şunları söyler: Gerçekten de kadınlar ‘queer’ filmlerde, heteroseksüel filmlerde olduğundan çok daha fazla marjinalleştiriliyorlar. Kadınlar, en azından ikincisinde arzu nesnesi işlevi görürler. (…) Daha kötüsü ise, Tongues Untied ve The Living End adlı filmlerin kafasız birer kadın düşmanı olmaları. (…) Gerçekte, bu queer sinemanın, erkek şiddet filmleriyle (Quentin Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri ya da Nick Gomez’in Laws of Gravity’si), herhangi bir feminist sinema ile olduğundan çok daha fazla ortak yanı bulunuyor. Doksanlarda, queer cinselliklerle ilgili konular yalnızca ‘Yeni Queer Sinema’nın örneklerinde değil, başka filmlerde de ele alınmıştır. Bunların en ünlü olanlarından biri, Tom Hanks ve Antonio Banderas gibi yıldız oyuncuların bir gey çifti canlandırdıkları Hollywood yapımı Philadelphia’dır (Jonathan Demme, 1993). Bir hukuk bürosunda çalışan başarılı bir eşcinsel avukatın AIDS olduğu için işten çıkarılmasını ve buna karşı avukatıyla (Denzel Washington) birlikte verdiği hukuk mücadelesini anlatan film, ananakım Amerikan
    sinemasının ayrımcılığa karşı gerçekleştirdiği en iyi örneklerden biri olarak değerlendirilebilir. Tom Hanks’e Oscar ödülü kazandıran Philadelphia, gişede başarılı olmuş bir filmdir. Avustralya yapımı The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert (Stephen Elliott, 1994) ve bir Hollwyood filmi olan To Wong Foo, Thanks for Everything, Julie Newmar (Beeban Kidron, 1995), her ikisi de bir grup travestinin hikâyesini anlatan ve birbirlerine benzeyen birer yol filmidir. Gods and Monsters (Bill Condon, 1998), Hollywood Frankenştayn filmlerinin yaratıcısı, eşcinsel olduğu bilinen yönetmen James Whale’in hayatını, Ian McKellen ve Brendan Fraser gibi ünlü oyuncuların katkılarıyla perdeye taşırken, bağımsız bir sinema örneği olan Erkekler Ağlamaz (Boys Don’t Cry, Kimberly Pierce, 1999), erkek gibi göründüğü ve genç bir kadınla ilişkisi olduğu için öldürülen
    Brandon Teena adlı bir kadının gerçek yaşamına odaklanmaktadır. Aynı yıllarda gösterilen Britanya yapımı üç film daha queer sinema bağlamında değerlendirilebilir. Beautiful Thing (Hetti MacDonald, 1995) ve bu filmin başarısının ardından gelen Get Real (Simon Shore, 1998), ilk gençlik döneminin cinsel uyanışını incelikli bir
    biçimde ele alan yapımlardır. Martin Sherman’ın, Nazi döneminde eşcinsellerin katledilmelerini ve Yahudilerle birlikte toplama kamplarına götürülmelerini anlatan aynı adlı oyunundan uyarlanan Bent (Sean Mathias, 1996)
    ise, Steven Paul Davies’e göre, “bir insanın bir diğer insana duyduğu özgecil sevginin en ölümcül anlarda dahi insana yenilmez bir direnme gücü verebilmesinin öyküsüdür."

    • Nejat Ulusay, “Yeni queer sinema: Öncesi ve sonrası,” Fe Dergi 3, no. 1 (2011),
    1-15.

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.