Slow Food ve Ekolojik Sürdürülebilirlik İzinde Yavaş Yaşam

Slow Food ve Ekolojik Sürdürülebilirlik İzinde Yavaş Yaşam
  • 5
    0
    1
    0
  •  Sanayi devriminden sonra fabrikalar başta olmak üzere, her alanda insan sömürüsünün yapıldığı kentlerde, insanlar gittikçe bunalmaktadır. Sanayi atıkları, çöp yığınları, hava kirliliği, su kirliliği gibi pek çok şey insanları rahatsız etmektedir. Sürdürülebilirlik kavramının hayatımıza girmesinden sonra, slow food, terra madre, çevreci hareketler gibi akımların giderek büyümesinden sonra bunun insanlara bir bilinç kazandırdığı görülmektedir. Bu bilinç kişilere ne yediklerini, nasıl yetiştirildiğini, doğaya nasıl bir etkisi olduğunu sorgulatmaktadır. Burada bilinç kelimesine olumlu-olumsuz bir anlam yüklenmemekte olup yalnızca insanlarda, farklı bir bakış açısı ve alternatif yaşam stilleri oluştuğunun vurgusu yapılmaktadır. Bahsettiğimiz bu bilinçle insanların gelecek nesillere daha yeşil bir dünya bırakmayı dert edindiklerini görmekteyiz. Sorunlar ortak ise çözümler de ortak olmalıdır diyerek bireylerin yatayda örgütlendiklerini görmekteyiz. Kişilerin kendi hayatlarında yaptıkları bireysel devrimlerle kolektif çözümlere ulaşmışlardır. Bu kişilerden kırsala gidenler kendi eko köylerini, eko topluklarını kurarken, şehirdekiler gıda kooperatifi gibi yapılar kurmaktadır. Türkiye’de aralarında daha eski tarihli kurulmuş olanlar olsa da sayılarının artışı gezi olaylarıyla başladığı söylenmektedir. Bu yazıda ise daha çok bu bilincin oluşmasının arkasındaki sebepler ve bu yeni akımlar incelenecektir. 

    SÜRDÜLEBİLİRLİK NEDİR?

     Sürdürülebilirlik, günümüzde mevcut olan kaynakların gelecek nesiller için de kullanılabilir olabileceği bir yaşam şeklini özetlemektedir. Bu kelime, slow food hareketinin kurucularından olan Carlo Petrini ve Folco Portinari tarafından, 3 Kasım 1987 günü yayınlanan ‘Slow Food Manifestosu’ makalelerinde yer almaktadır.  

     Devletlerin ve büyük şirketlerin, sürdürülebilirlik kavramı ile tanışması ise Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu'nun 1987 yılında yayınladığı ‘Ortak Geleceğimiz’ isimli rapor sayesinde olduğu kabul edilmektedir. Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılındaki tanımında: ‘İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, sürdürülebilir kılma kabiliyetine sahiptir’ demektedir. Bunun için, 1990 yılından itibaren KYOTO PROTOKOLÜ adı altında çalışmalar yürütülmektedir. 1997 yılında KYOTO ZİRVESİ’ nin toplanmış olması yetersiz kaldığı görülmektedir. Türkiye KYOTO’ ya 2009 yılında katılmaktadır ve 2012 yılından itibaren maddelerinin bağlayıcı nitelikte olduğunu kabul etmektedir. Ancak devletler tarafından uygulanmaması ve kendi menfaatlerince kullanılması sonucu 2016 yılında Paris İklim Değişikliği Anlaşması kabul edilmektedir (Yeniyıldız). İsim değiştirmekten öteye gidilmediğini, bu anlaşmaların maddelerinde yazan ve yazılması gerekenlerin devletlerin ve büyük şirketlerin menfaatlerine ters düştüğünü ve uygulanmadığını görmekteyiz. Bu yüzden, bahsettiğimiz akımlar ortaya çıkmakta, yerelde ve yatayda örgütlenmektedir. 

    BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK SLOW FOOD

    Slow food hareketi, ‘herkes için iyi, temiz, adil gıda’ sloganını kullanmaktadır. İlk olarak İtalya da başlayan bu hareketin şu an 160 ülkeden üyeleri bulunmaktadır. Türkiye'de de bu akımın üyeleri ve dernekleri bulunmaktadır. Bu konuda pek çok çalışma yapılmaktadır. Özellikle İzmir'de Germiyan Köyü en önemli temsilcidir. Amaçlarına baktığımızda fast food ve fast life akımına bir alternatif oluşturmak istemektedir. Fast food akımının ve destekleyicisi büyük şirketlerin, sundukları ürünleri gerçek gıda olarak görmemektedir. Kimyasal gübrelere, genetiği değiştirilmiş ürünlere, vücudu beslemek yerine zarar veren ve hastalıklara yol açan ürünlere karşı çıkmaktadır. İtirazları yalnızca insanların sağlıklı olmasını değil birçok konuyu kapsamaktadır. Bunun içinde ataerkil toplum yapısı, hayvan hakları sömürüsü, işçi hakları sömürüsü ve doğa sömürüsü gibi birçok konuyu barındırmaktadır. Denilebilir ki slow food vb. akımlar yalnızca gıda değil bütün olarak bir yaşam stiliyle ilgilenmektedir. 1987 yılında yayınladıkları manifestoda tavşan ve kaplumbağanın yaptığı yarıştan örnek vererek bunun bir ahlak dersi olduğunu ve şu an ki sistemi açıklayan bir ders olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca yine manifestoda; “Öte yandan hızlı tempoda yaşayanlar genelde aptal ve üzgündür. Bunu anlamak için onlara bakmak yeterlidir” demektedir (Petrini ve Padovani 2017:112).

     Fast food ürünlerinde gittikçe artan bir standartlaşma ve sürekli daha fazla insan grubuna ürünlerini ulaştırma arzusu görülmektedir. Dünyadaki bu üretim, gıda ticareti çift yönlü ilerlemektedir. Şeker, kahve, mısır gibi ürünler ticareti büyük ölçüde etkiliyor. Aynı şekilde ticaret de yediğimiz bu besinleri etkiliyor. Ürünlerin taşımaya dayanaklı olması, uzun süre saklanabilmesi vb. için gıdaların dönüşümünü görmekteyiz. Bu da büyük ölçüde gıdalara yabancılaşmamıza, doğaya yabancılaşmamıza neden olmaktadır. Ayrıca dönüşüm geçiren bu besinler, gıda kaynaklı pek çok hastalığa da sebep olmaktadır.

     Fast food ve kimyasal ürün kullanımlarının artması sonucunda, hastalıklar hızla çeşitlenmekte, yaygınlaşmakta, direnci artmakta ve daha önce hiç bilinmeyen hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Modern tıbbın bu konularda yetersiz kaldığı düşünülmektedir. Bunun sebebi, modern tıbbın hastalığı değil semptomları yani oluşan hastalık sonucunda bağışıklık sisteminin kendini korumak ve dengelemek için gerçekleştiği çabayı ve onun vücudumuz da ağrı, ateş gibi hissettiğimiz etkilerini yok etmeye çalışmaktadır. Bütçemizin büyük kısmını gıdaya, diğer büyük kısmını da gıdadan kaynaklı hastalıkların tedavisine ve ilaçlarına harcamaktayız. Bu yüzden insanlar vücutlarını beslemek için yedikleri besinlerin kalitesini sorgulama yönüne gitmişlerdir.

      Fast life oluşumuna katkı sağladığı tek kültürlü yaşam tarzında, ülkelerin yerel mutfaklarına, kadim geleneklere, pişirme tarzlarına olan ilgi gittikçe azalmaktadır. Biz bunun kararını her gün, yediğimiz her lokmayla karar vermekteyiz. Kullandığımız her ürün sisteme bir talep daha oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra yediklerimizle üreticiyi, suyu, havayı, toprağı, etkilemekteyiz. Burada da çift yönlü bir etkileşim görmekteyiz. Sonrasında bu unsurlar insanlığı etkilemektedir.

     Slow food gibi akımlar, mikro iklimler, mikro coğrafyalar üzerinden bir tartışma yürütmektedir. Yediğimiz ürünlerin belli km’ler arası olması gerektiğini vurgulamaktadır.  Üreticiyi tanımamız, sorgulamamız gerektiğini söylemektedirler. Böylece Fildişi Sahilinde hayatında hiç çikolata yemeyen ancak kakao üreticiliği yapan işçilerin sömürüsünden haberdar olunması beklenmektedir. 

      Bu akımlar yalnızca gıdayla alakalı olmayarak yaşamımızı da yavaşlatmamız gerektiğinin vurgusunu yapmaktalardır. Georg Simmel, metropol yaşamında bireylerin her olguyu şoklar düzeyinde algıladığından bahsetmektedir. Her şey şoklar düzeyinde algılandığından deneyime dönüşemez. Aynı zamanda hayatı da bütün olarak algılayamazlar. (Simmel,1903) Bu da Marx’ın yabancılaşmasında ki bireyin kendine, insan yaşamına yabancılaşmasına kadar varmaktadır. Bu yüzden bu akımlar, yavaş yaşamanın birden fazla önemine vurgu yapmaktadır. Marx’ın yabancılaşmasında ki bir diğer önemli nokta ise üretimin insan yaşamındaki, zekasındaki, ruhundaki önemine dikkat çekmesidir. Bu alternatif yaşam tarzı da tüketimi olabildiğince azaltarak bireysel olarak üretimlerimizi yapmanın önemini vurgulamaktadır. 

      Başta bahsettiğimiz bilincin oluşmasından sonrasında bazı bireylerin kırsala yerleştiğini görmekteyiz. Özellikle orta-üst, eğitimli sınıflar kırsala yerleşerek orada uzmanlıklarını devam ettirmektedir. Bu kişiler kırsalda kendilerine ait eko-köylerini, eko-topluluklarını oluşturmaktadır. Alternatif iktisat çözümlerini oluşturmakta, bazı alanlarda takas uygulamaktadır. Eko-köylerinde ürettikleri ürünleri satarak ortak ihtiyaçlar karşılanmaktadır. Tabi ki, herkes şehirleri bırakıp gidememektedir. Bu kişiler de kendi aralarında gıda kooperatiflerini, gıda topluluklarını kurmuşlardır. Bu insanlar genel olarak doğadan daha iyi yararlanabilmek için yağmur suyunun biriktirilmesi, havayı arıtmak, rüzgârdan faydalanmak gibi şeylerle ilgilenmektedir. Kendi güneş panelleri gibi her şeyi atıkları değerlendirerek yapmaktadır. Her maddeyi değerlendirebilmek için kompost yapmaktadır. Yani, köy ya da şehir fark etmez bu yaşam stilini uygulamanın pek çok yolu bulunmaktadır.

    SONUÇ

     Bu noktada sürdürülebilirliğin ne olduğu kadar ne olmadığını belirlemekte de önem taşımaktadır. Bu akımların yaptığı sürdürülebilirlik tanımı, bireysel üreticilik üzerine kuruludur. Büyük şirketlerin yaptığı, doğanın kapitalleştirilmesi, yeşil tüketiciliği vurgulaması, organik adı altında parayla verdikleri sertifikalarla insanların kandırılmasının sürdürülebilir olduğu düşünülmemektedir. Bu akımlar, yavaşlamak vurgusu yaparken durgunluktan ve tembellikten söz etmemekdir. Biraz durup düşünebilmekten, sorgulamaktan, bunun bizim üretkenliğimizi beslemesinden ve gelecek nesillere yeşil, temiz, adil alanlar bırakabilmekten bahsetmektedir.

    KAYNAKÇA

    Petrini ve Padovani (2017), Slow Food Devrimi, İstanbul: Sinek Sekiz Yayınevi.

    Simmel, Georg (1903), "Metropol ve Zihinsel Yaşam" Academia.edu.

    Yeniyıldız, Sema, “Ekonomik Sürdürülebilirlik mi, Ekolojik Sürdürülebilirlik mi”, Academia.edu.

     


    Yorumlar (1)
    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.