Nefesim, kelimelerim, darağacında çırpınırken bir milyon pişmanlık ürperir teninde. Bütün bekleyişler, umut, heyecan, kaygı, binlerce saat ne için? Bir yok oluşu seyretmek veya birkaç kalp kaybetmek için mi? Artık davet eden tarafın kim olduğunun bir önemi yok bütün ölümcül oyunlara. Çünkü kedi kargayı yemişti. “Akrep ile kurbağa”, “yılan ile bilmem ne” kıssaları da göz önünde tabii.
Uykusunda kan ter içinde kalmış rüyalar var bir de. Gerçek tabirleri yüzyıllar boyunca saklanmış, bize de çürük vicdan içinde sunulan safsatalara inanmaktan başka çare kalmamıştı. Yarım uykulu rüyalar. Bir deniz feneri eşliğinde soluklanırken denize atlamak var ya. Korkuluklara konuşlanmış martılar ancak bu kadar üzülebilirdi bir insana. Kayıp bir denizkızı bulmak, bir şehir keşfetmek, piramitlere tırmanmak ne kadar imkânsızsa bir fener martısının üzüldüğüne şahit olmak da o kadar ilginçti. Bir meleğin işini elinden almaya çalışmak kuytuda bir rüzgârı eğitmek midir yoksa var olan yaşamın hayat damarlarına olabilecek her kötülüğü yapmak mı? Niye hep yokuş yukarı kalır bulutlara gelişim? Gözün göze rastlamadığı sisli havaları beklemek ne kadar heyecanlı olabilir, sırf bulutlar başıma değecek diye. Gök kubbede bir ses duyulsa akşama doğru, günahlar, yalnızlıklar ortaya çıksa, o yırtıcı kalabalığın içinden beni seçebilir miydin?
Resimlerle, gençler için sabırsızlığımın ispatı, not defterimde kayıtlıdır. Onu okuyarak defterimle birlikte saatlerce, günlerce, aylarca sabırsızlanabilirsin. Olmamışlığın isli maskesi başının ardına beliriverdiğinde beni daha iyi anlayacaksın. Daha yakından anlayacaksın. Duvarlar çatlamayacak, ay olduğundan daha büyük gözükmeyecek belki ama sabırsızlanmak için de artık çok geç olacak.
En sevdiğin yazarların gölgesi düşecek günlüğüne. Altını çizdiğin satırları anlayamayıncaya kadar okuyacaksın. Ölümün, hayatın olağan süreci olduğunu unuttuğunda kendini kaybedecek, boş bir ada arayacaksın mahallende. Boş bir ada. Logosunda palmiye olan belediyelerde yaşamak varken şubat soğuğunun temmuzda zuhur ettiği, iptidai bir kasabaya yerleşeceksin. Oranın nehirleri olmayacak; türküleri, ormanları, insanları, müzeleri. Yalnız sen, kuru otlar ve senin için hayaletler olacak. İnandığın onca şehir efsanesi, hikâyeler, yıldızlar, Melenara’nın Neptün’ü, kitapların, yazıların; hepsi montunun iç cebinde unutulmuş halde duruyor olacak.
Fersahlarca gideceğin yollarda taş var. Beklesin seni karanlık, yorulsun geçmiş ve gece. Münzevi kalabalığınla seni ezecek tek şey kendini bulamayışın, hüsranın olsun. Cebinde kelimeler var demiştim, hani yıldızlar falan. Onlarda bul kendini, buysa eğer mutluluk denilen çelişki, mutlu ol. Kışlar, üşümekten bitkin düştüğünde palmiyelere geri dön. Aynalarla yüzleş. Bir avarenin anılarını anlat bana.
Şehrinde parklar olsun, okul bahçeleri. Ağlamaya yüz tutsun güneşli günler. Bir ramazan gününde cami neonları aydınlatsın meydanları. Gözümü kamaştıran trafik ışıkları, akşamüstüne karışsın sen seyrederken. Fark ettiğinde tüm detayları, işte o zaman iğde kokulu, devrik cümleler sunarım yanı başına.
Ansızın ciğerimi yakıveren şu garip his nedir? Dudaklarım buğulanıyor, ellerim buruşuyor. Yansımalarda akan suretler eşlik ediyor hislerime. Belki uykusuz düzenimle beraber ben de bir yolculuğa çıkarım sabah olduğunda. İnsanların, müzelerin, kedilerin olduğu şehirlere vardığımda yazılar yazarım. Ancak ne yapsam boş, nereye varsam sonsuz. Senin kadar yalnızıyla bir araya gelmedikçe kalabalık sitelere, methiyeler ne fayda? Varlığımı bir ağacın kabuğuna kazımamışsam, bir kalbi avuçlarımda tutamamışsam, çocukluğumda yeterince koşmamışsam yeniyi keşfe hakkım var mıdır?
Ne tutarsız cümlelerim yanıltsın seni ne de varlığına sırtımı dönüşüm. Hepsinde bir saflık, bir beyazlık mevcut. Aklının hür zindanında bana da yer ver. Delirmekten korkan bakışlarım aklasın, beyazın masumiyetini. Sonra yeniden güneş doğsun. Bir daha ve bir daha…
Yorum Bırakın