Gölgelerin Efendisi: The Batman

Gölgelerin Efendisi: The Batman
  • 2
    0
    1
    0
  • Uzun zamandır heyecanla beklenen The Batman filmi vizyona girdi. Rotten Tomatoes'tan %96 gibi bir oranla açılış yapan film; ilk haftanın sonunda 128.5 milyon dolar hasılat elde etti. 

    Batman rolüyle çoğu hayrana göre "başarılı"  bir performans sergileyerek herkesi kendine hayran bırakan Ben Affleck, The Batman filminin hem senaryosunu yazacak, hem filmi yönetecek, hatta filmin başrolü olacaktı. Kişisel problemleri, Warner Bross şirketinin yanlış kararları ve Ben Affleck'e karşı güdülen sebepsiz nefret sebebiyle proje yılan hikayesine dönüştü. Ben Affleck, “Filmin senaryosunu yazacağım ama yönetmenliğini de yapamam,” şeklinde açıklama yaparak tüm projenin seyrini riske attı. Aynı zamanda sosyal medyada büyük tartışma konusu olup, tüm nefret oklarını üzerine çekmeyi başardı. Üstüne üstlük Zack Snyder'ın bambaşka bir DC evreni kurması arzusunda insanları ümitlendirmesi, Justice League gibi 4 saat 22 dakikalık dayanılmaz bir eziyetle buluşturması derken işler artık içinden çıkılamaz bir noktaya vardı. Aradan geçen sürede işler tatlıya bağlandı ve Ben Affleck Twitter üzerinden yaptığı duyuruyla projeyi tamamen bırakıp Matt Reeves'e devrettiğini açıkladı.

     

    1968 yılında çıkan aynı isimli roman uyarlaması olan War for the Planet of the Apes serisinin, Let Me In ve Cloverfield filmlerinin yönetmeni Matt Reeves, Warner Bross ile anlaşma yaparak, stüdyodan yaratıcı bağımsızlık talep etmiş; Snyder'dan daha farklı bir hikaye yaratmak istemişti. Filmi izleyenler bilirler ki, bir kahraman bir kahramandan fazlasıydı. Reeves'in, Başkanın Tüm Adamları (All the President’s Men, 1976) ve Çin Mahallesi (Chinatown, 1974) gibi gerilim filmlerini referans almakla beraber; aslında bu film diğerlerinden oldukça farklı. 

    Matt Reeves bir röportajında filminin nasıl olacağını şu cümlelerle açıklar.

    "Fazlasıyla başlangıç ​​hikayesi gördük gibi geldi. Görünüşe göre işler giderek daha da fanteziye kaçıyor. Ve daha önce yapmadığımız şeyin, Batman'i Year One'da (2011 yapımı Batman: Year One) olduğu gibi bir temele oturtmak; Bir başlangıç hikayesi değil, başlangıcından bahsederek ve onu çekirdeğinden sallayarak genç bir Batman'i işlemek olduğunu düşündüm. Bu çok pratik olabilir. Ama aynı zamanda bunun, şimdiye kadar yapılmış en duygusal Batman filmi olabileceğini düşündüm."

     

    Robert Pattinson ve Batman Üzerine

    Bildiğiniz üzere Robert Pattinson, Twilight film serisindeki Edward Cullen rolü yüzünden adı mimlendi ama sonraki yıllarda oynadığı enteresan filmlerde hafızalardan çıkmayacak rollerde yer aldı. Ardından Robert Pattinson  Batman rolü için seçildiğinde büyük bir tartışma konusu oldu. Kimisi Edward Cullen rolü yüzünden nefret ediyor, kimisi ise The Lighthouse, Tenet ve The Devil All The Time ve Good Time gibi mükemmel işlere imza attığından ve Affleck gibi problematik bir kişidense farklı bir Batman izleme umuduyla Pattinson'a karşı sempati besliyordu. Batman'i iki defa izlemiş birisi olarak söylemem gerekirse, Robert Pattinson tam anlamıyla beklediğimden çok iyi bir Batman ve Bruce Wayne olmuş. Kimisi onun için bu rolü mükafat olarak görürken, ben bu varsayımı kabul etmiyorum. Pattinson artık hiç kimseye bir şey borçlu değil. Mükafatını The Lighthouse filmiyle aldı. Bu filmde ise kendisini bir metot oyuncusu olarak göstermeyi başardı diyebiliriz. Filmi izlerken Suki Waterhouse (Pattinson'ın kız arkadaşı ünlü manken) gibi gözlerimizden yaşlar süzülmedi ama IMAX salonunda gölgelerin efendisi bir Batman hissederek, bazı sahnelerinde korkudan iliklerimize kadar gerildik. 

    Nolan ve Snyder'ın bizlere sunduğu Batman filmlerinde; Bruce Wayne'in ailesinin nasıl öldürüldüğünü ve onun nasıl Batman olduğunu izlemiştik. İki yıldır Gotham'ın içten içe çürüyen dünyasında suçla mücadele eden bir Bruce Wayne görüyoruz. Bu film de Riddler adında bir katilin, Gotham'da yolsuzluk yapan, suça karışan birtakım önemli adamları öldürmesi ve ardından Batman'e bir bilmece bırakmasıyla başlıyor. Film boyunca da Jim Gordon ve Batman'in Riddler'ın bilmecelerini çözüp yeni cinayetlerin yaşanmasını engelleme çabasına tanık oluyoruz. DUNE filminin görüntü yönetmeni Craig Fraser'ın sinematografisi sayesinde, Gotham şehri adaletin terazisini kaybetmiş, suçun salgın hastalık gibi yayıldığı, karanlık ve pis şekliyle detaylı olarak gösterilmiş. Şehirdeki binalardan tutun, karakterlerin gittiği herhangi bir yer bile tamamen gerçekliğini hissettiriyor. Yönetmen Matt Reeves önceki filmlerden daha farklı bir ambiyans yaratmak adına, filmi Liverpool ve Londra gibi mimari unsurların fazlasıyla olduğu büyük şehirlerde çekti. Ardından görsel efektler kullanarak hayalindeki Gotham'ı beyaz perdeye taşıdı. Filme dair en sevdiğim detay ise filmin yarattığı o kasvetli, karanlık ve gizemli havanın filmin bütünü boyunca devam etmesiydi. Öyle ki, son olarak Reeves’in sinemalara projektörlerin parlaklık ayarlarına dair bir mektup gönderdiğini hepimiz biliyoruz. 

    Aklınıza Bruce Wayne denilince ukala ve her dakika farklı kadınlarla gezen bir milyarder geliyor olabilir. Bu filmde olmasını asla istemediğim şey Bruce'un gündüz kimliğiydi. Yeterince görmüştüm ve Christian Bale tam anlamıyla kazanova edasıyla bu karakteri akıllarımıza kazımıştı. Pattinson'ın Batman'i ise sinirli, hırçın, yalnız ve kırılgandı. Tamam, Batman yalnızdır ve yalnız hareket eder ama bu filmde ruhani anlamda çektiği nedameti bile hissetmekteyiz. Sevgiye aç, muhtaç, depresif bir karakter olduğunu her sahnede görüyoruz.  Filmde zaman atlaması olmadan gece boyunca suçla mücadele eden bir Batman'e tanık olmak bir hayli hoşuma gitti. Diyaloglardan ziyade eylemlerin daha aktif olmasıyla iki saat elli beş dakika su gibi akıp geçti diyebilirim. Suçla mücadele içerisinde tecrübesiz, dikkati dağınık bir Batman’e tanık olmak, bu filmi diğer Batman filmlerden farklı kılan unsurlar arasında. Çatıdan atlarken korkması ve uçarken aşağıya düşmesi bir kahramanın her zaman insanüstü özelliklere sahip olamayacağını ve onlarında birer insan olduğu çıkarımını göstermektedir. Bu film özelinde filmin müziklerini besteleyen Michael Giacchino sayesinde bazı sahnelerde gerilimin verdiği kaygıyı tüm ruhumda hissetmekte hoşuma giden detaylar arasında.

    Matt Reeves'in Christopher Nolan ve Heath Ledger'a saygılarını sunarak filmde yer verdiği referanslardan da fazlasıyla etkilendim. Penguen'in arabayla kaçtığı sahneden tutun, Riddler'ın kameralardan yayınlara bağlanması gibi ufak ufak detaylar çok hoşuma gitti. Asıl etkilendiğim nokta ise filmi ikinci kez izlediğimde metroda oturan suçluların olduğu sahnede, içlerinden bir kişinin makyajının Heath Ledger'ın Joker karakterini birebir yansıtması, suçlunun ağzındaki yara detayı ve makyajıyla bir efsaneye böylesi çağrışımda bulunulması oldu. Matt Reeves, Nolan ve Ledger'a verdiği referanslarla onlara saygı duyduğunu böylece göstermiş oldu.

    Filmin ikinci saatinde hem diyalog, hemde senaryo bakımından işleyişi Game Of Thrones dizisinin son sezonuna benzetebiliriz. Yani film güçlü ve tutarlı bir sona sahip değil. Fazla kafa yormadan yazılan, mantık hatalarıyla dolu bazı sahneler var. Sanki hikaye bir yerde tıkanmış ve üzerinden çok düşünülmemiş bu sahneler sebebiyle Zodiac filmi gibi aşırı derecede yorucu bir hal almış hissettirdi. Mesela cenaze sahnesinde oldukça yakın mesafeden c4 bombanın patlaması sonucu ufak bir baygınlık geçiren Batman’in yara almadan kurtulması ama son sahnelerde yakın mesafeden bir pompalı tüfek kurşunuyla yere serilmesi mantık hatalarından birisiydi. Köstebek bilmecelerinin ardı ardına tekrarlanması ve alakasız bir şekilde Penguen’in köstebek sanılması filmin bir yerde akışını bozan unsurlardandı. Christopher Nolan’ın yarattığı Batman’den daha karanlık ama daha sakin tempolu bu film maalesef Dark Knight gibi gerilim dolu yüksek tempoya sahip değil. Eğer bu beklenti içerisinde filmi izlerseniz, bir hayli hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.  

     

     

     

     

     

     


    Yorumlar (1)
    • Çok başarılı bi inceleme olmuş

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.