Bisikletimin sepetinde köpeğimle beraber etrafı dolaşıyodum. Rüzgar yüzüme çarpıp saçımı okşarken güneş beni ısıtıyodu inceden. Hayatımın ne kadar karmaşık ne kadar dallı budaklı olduğunu düşünüyodum. Yaptığım bir çok şey bana hizmet ediyordu. Hepsi beni bir yerlere taşımak için varlardı bunu biliyordum. Ama bir yerlerde içimde hala neden bu kadar karmaşık bir hayatım olduğunu düşünmeden edemiyordum. Hangisinin ben olduğu konusunda endişelerim vardı. Verimli üretken biri mi, sanatsal biri mi insanları anlayabilen zeki biri mi sorunları çözümleyebilen bir dedektif mi bilmiyordum. Hangisi olmak istediğim konusunda da bir karmaşa içindeydim. Yorucu bir düşünceydi bu fazlasıyla. Sanki beni yıpratacak yıprattıkça içimden yeni benler çıkartabilecek kadar karmaşık ve yorucuydu. Bir yandan hepsinden ayrı ayrı zevk aldığımı düşünüyordum ama bu bölünmüşlük aksine beni benlik karmaşasına sürüklüyordu. Minimalizm son zamanlarda benim ilgimi çekiyordu. Hayat felsefesi olarak minimalizmden bahsediyorum. Şu az eşya az yiyecek az kıyafet belkide az iş ve az ve öz zevk olarak minimalizm. Hayatımın bir çoğu alanına yansıtmayı istediğim türden bir minimalizm ama şu sıralar hayatım fazlasıyla maksimalistti. Çaldığım enstrüman, yaptığım iş(ki o bile içinde bir kaç parçaya ayrılıyordu), özel hayatım (ki beni en çok parçaya ayıran dikkatimi dağıtan buydu sanırım), kendimi bulmaya çalışmalarım, kariyerimi idare ettiğim kısımdan beni bir düzene yerleştirecek konuma getirmeye çalışmam, ailemle kaldığım için onların kuzusu olmayı devam ettirmeye çalışmam. Sanki bunların içinde boğuluyo gibiyim. sayarken bile durup düşünüp "hah bu da vardı" dediğim oldu. Benim sınavım hayat çabam da bu olacak sanırım. Hayatımı minimalize etmeye çalışmak. Kendimi bir şeylere adıyo olmak. Ömrüm boyunca bir yerlerden beslenmeye devam edip kendimi adadığım şeye bunları aktarmaya çalışıyo olmak. Aynı yıllarca deneyim toplayıp bunları bir düzende koordine edip romana dökmek gibi.
Ben bunları düşünürken bisikleti çekip oturduğum yerde ben sigara içerken Mars çoktan sepetten atlamış kendine oyun arkadaşı bulmuş oynamaya başlamıştı. Daha 6 aylıkken barınaktan sahiplenmiştim onu. Hayatımda hayvanlarla pek etkileşimde değildim önceden. Bir süre önce bir şekilde anlam veremeden hem kediler hem köpekler hayatıma dahil olmuş ve bende onları kabul etmiş sevmeye başlamıştım. Arada bir evimin bahçesine gelen kediler için mutlaka kedi maması bulunduruyordum. En kalitelisi olmasa bile ortalama kalitede kısırlaştırılmış kedi mamasıydı. Kısırlaştırılmış seçmemin sebebi içinde diğerlerine oranla daha fazla vitamin barındırıyor olmasıydı. Şanslıyım ki Mars çok sevecen ve diğer hayvanlarla anlaşabilen bir köpek. Her kedi onu kabul etmese de mars hiç çekinmeden
onlarla arkadaşlık etmek için yanaşıyordu mutlaka. Hatta bu yüzden bir kaç kediden tırnak yemişliği de olmuştu yaralanmıştı. Ben ona pansuman yaparken mutlaka beni yalar minnettarlığını gösterir bir yandan da ağlardı. Beni hayatımda en çok yumuşaklaştıran canlı o olmuştu. Tanıştığımızda birazcık hastaydı. Barınak sahibi ona bazı tedaviler yaptırmam gerekebileceğini ve dikkat etmem gerektiğini söylemişti. Ona gözüm gibi bakacağını biliyordum. ilk zamanlarda bunun için endişelenmiştim çok. Hatta onu veterinerden veterinere koştururken onunda benim kadar korkulu ve endişeli olduğunu hissedebiliyordum. Şuan için görünürde bir
sıkıntı olmaması benim içimi rahatlatıyor. Çünkü benden hatta bir çoğu insandan daha çok yaşamayı hakettiğini düşünüyordum. Bazı insanların içi hayat dolu olmaz çünkü. Tüm enerjilerini belki de zorla kullanarak sadece yaşamış olmak için harcıyor gibilerdi. Ama Mars aksine inadına hayatın tadını çıkartıyordu.
Golden retriever yavrusuydu mars, altın rengi tüyleri güneşte parlıyordu. biraz uzun süre izleyince ne kadar büyülü bir varlık olduğunu düşünüyordum. Bu güzel enerjiyle bu kadar parlak tüylerle dünyaya gönderilen bir meleği andırıyordu. Bilmiyorum abartıyorum belki ama insanın kendi hayvanı kendine güzel. Bende onun güzelliğini abartmaktan çekinmiyordum. Mars'ın dinlemeyi en çok sevdiği enstrümanlardan biri de mızıkaymış. Mızıka sesini duyduğu zaman
koşarak sese ulaşır sanki büyülenmiş gibi oturur ve bitene kadar hiç kıpırdamadan onu dinlerdi. Bunu da ilk çocukluk arkadaşım evimde mızıkayla çalabildiği parçaları bana gösterirken Mars'ın bir anda en sevdiği kemik oyuncağını oynamayı bırakıp yanımıza gelmesinden anlamıştım. Arkadaşım çalıyor mars dinliyor
ben Mars'ı izliyordum. Sanki hayat onun için duruyo gibiydi ve hayattan en çok zevk aldığı şey oymuş gibiydi ya da bir bebeğe ninni söylemek gibiydi onu sakinleştiriyordu. Hayatının anlamını bulmuş gibiydi. Ondan öğreneceğim şeyler olduğunu farkediyorum. Benden küçük olan oydu kuralları öğrenmesi gereken oydu ama aksine kuralların durduğu farklı bir dünyaya geçişi bana gösteriyo gibiydi. Onu belkide bu yüzden bu kadar çok seviyordum. Benim hayatı zorlaştıran yanlarımı
sakinleştiriyordu. Beni hayatı sevmeye anın tadını çıkartmaya yönlendiriyordu.
Yorum Bırakın