Psikolojik tanılar çoğunlukla kişisel farklılıklar, nörolojik incelemeler ve çevresel faktörler ile açıklanır. Sosyal bir varlık olan ve yaşamlarını sosyolojik etkilerin kalıplarına göre şekillendiren, dolayısıyla yaşam boyu sosyal etkileşimin kurallarına tabi olan insanın duyguları, düşünceleri ve bu duygu düşüncelerin yarattığı sonucun toplumsal, siyasal ve ekonomik boyutu göz ardı edilir. Kapitalist modern toplumlarda, bilimin çığır açtığı ve birçok şeyi açıklama şansı yakaladığı dönemde, insan davranışlarının incelenmesinde ve açıklanmasında toplumsal düzenin etkisinden, siyasal ve ekonomik boyutlardan bahsedilmemesi, anti-bilimsel -metafizik- metotlara başvurulması egemen düzenin birey üzerinde yarattığı tahribatın açığa çıkmaması için sürdürülen bir çabadır. Bu yazıda ise bahsedeceğimiz anoreksiya nervozanın hâkim sınıfın birey üzerindeki tahribatıdır. Anoreksiya, mevcut kapitalist düzenin ve ataerkil egemenliğin birey üzerinde yarattığı sonuçlardan yalnızca biri olmakla birlikte, doğrudan etkisinin olduğu bir psikopatolojik tablo olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden yazıyı anoreksiya nervozanın tanımlanması, kapitalist sömürgeci anlayışının etkisi ve ataerkil egemenliğin tahakkümü olarak üçe ayıracağız.
Anoreksiya nervoza tanımı 1873 yılında Charles Laseque’nın ve 1874 yılında da William Gull’un olgular üzerinde yürüttükleri çalışmalar sonucu literatürde yer aldı. Anoreksiya, bireyin yaşamında ciddi bozulmalara yol açan ve ölüm ile sonlanabilecek bir süreç olarak karşımıza çıkar. Temelinde kilo almaya dair yoğun kaygı ve korkuyu barındıran anoreksiya, bu kaygının üstesinden gelmek için takıntı haline getirdiği zayıf veya ince beden için yoğun bir çaba sarf eder. Yemek yemenin reddedilmesi, kilo almaya karşı geliştirilen yoğun korku, anormal diyetler, yemek yenilen ortamlardan kaçma, zayıf olduğunu kabullenmeme, az miktarda alınan besinin kusulması ve zayıflamak için yoğun spor, müshil kullanımı gibi davranışlar anoreksiyada görülebilecek davranışların başında gelir. Bunun sonucunda fiziksel olarak ciddi görünüm farklarıyla birlikte yaşamsal fonksiyonlarında ağır tahribatlar oluşur. Literatürde Anoreksiya nervozanın belirtileri üzerine çokça araştırma ve tanımlama olduğundan bu yazının içeriğini tekrarlardan uzak tutmak amacıyla hastalığın tanımını fazla uzatmayacağız. Bizim değinmek istediğimiz düzenin körleştiği, bahsetmekten kaçındığı ve tabulaştırdığı şeyler olacak.
Anoreksiya nervozanın epidemiyolojik araştırmalarında genç kadınların anoreksiya tanısını daha çok aldığı görülür. O halde, prevelans çıktılarını yalnızca cinsiyete atamak, yani ‘kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır’ diyerek, nasıl ve neden sorularını sormamak bir geçiştirme olacaktır. Oysa bilimsel metot geçiştirmelerle değil durumun derinlemesine incelenmesiyle doğru bir sonuç verir. Nasıl ve neden sorularına karşılık aradığımız cevapları ancak mevcut hakim sınıfların toplumsal yaşama ve özelinde bireyin üzerinde bıraktığı etkiyi inceleyerek bulabiliriz.
Kapitalist Düzende Bedenin Metalaştırılması
Kapitalist düzen, varlığını korumak ve düzenini sürdürebilmek için emeği sömürmek, bireyi metalaştırmak zorundadır. Onun kurduğu düzenin harcını, Marksizmin ifade ettiği gibi, bireyin emeğine ve beraberinde kendisine yabancılaşması oluşturur. Anoreksiyada veya bireyin bedeni üzerindeki çarpık düşüncelerinin özü bu yabancılaşmanın sonucu olarak karşımıza çıkar. Kapitalde her şey kapitale hizmet etmek zorundadır; insan, kapitali zenginleştirdiği ölçüde değer görür. Değer kavramı ise sınıflar arasında farklı anlamlandırılır. Yani proleter sınıfta emeğin değerli görülmesine karşın bu değere yönelen saldırılar ve burjuva sınıfta sömürünün değerli görülmesinin temel dayanağı kapitalist düzenin varlığını korumaya dair belirlediği kurallar düzleminde gelişmektedir. Kapitalist zorbalığın kendi kurallarını dikta etmesi ise bireyin varoluşu üzerindeki düşüncelerini biçimlendirir; birey araç haline gelir ve kendi varlığını ancak kapitalist düzene ayak uydurmakla, dolayısıyla ona hizmet ederek, koruyacağını düşünür. Birey, değerini kendi belirlemez. Onun değerini belirleyen şey, bireyi meta olarak gören ve yalnızca kendi yaşamını sürdürmek için onu araçsallaştıran zorbadır. Bu hâkim sınıfların yarattığı acımasız ve tehlikeli bir çelişkidir. Değer kavramının salt olarak bireyin kendisi tarafından belirlenmediğini belirttikten sonra bireyin kendi bedeni üzerindeki bilişlerinin çarpıklığına geri dönebiliriz. Bireyin kendi hakkında yürüttüğü çarpık düşünceler, değerli olma ve kabul görme kaygısından beslenir. Yani bireyin düşüncelerini belirleyen şey, diğer insanlarla etkileşimi, onlar tarafından biçilen ve ölçülen yargılardır. Erving Goffman, ‘Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu’ makalesinde tiyatro metaforundan yararlanarak, bireylerin toplumsal yaşamda varlıklarını sürdürmek için rol yaptıklarını ifade eder. Ona göre insanlar, toplumda veya diğer insanlardan istenilen tepkileri oluşturmak için belirli rolleri gerçekleştirir. Peki bu rollerin bulunduğu senaryoyu yazan senarist kimdir? Bireyi sömüren, onun özgürlüğünü-iradesini elinden alarak rol yapmaya zorlayan ve bedeni metalaştıran kimse, odur; yani kapitalist düzen. Bu sömürü, kapitalist düzenin uzayan kollarıyla gerçekleşir: Burjuva sanat, moda, reklamlar, egemenlerin yön verdiği sağlıklı insan profilleri vs.
Kapital her şeyi kâr edilecek ürün olarak görür. İnsan, düşünce, güzellik, sanat ve akla gelebilecek her şey onun için kâr sağladığı süre boyunca değerlidir. Pazarda yer bulamayan değerler üzerine ise karalama çalışmaları yürüterek kendisine yeni pazarlar arar. Beden imajı üzerine toplumsal düşünce anamalın etrafında şekillenmiştir. Dün ‘zayıf’ beden hor görülürken, bugün tam tersi bir durum söz konusudur. Çünkü kapital, üretim ve kârını değiştirmiştir. Geçmişte zayıf insanların sahip olduğu duygudurum bugün zayıf bir bedene sahip olmayan insanın duygudurumu ile benzerlik gösterse de nedenler değişmiştir. Burjuvanın sanat anlayışından belirlediği sağlıklı insan imgelerine kadar bireyleri koşullandırdığı beden imajı kapitalist pazarın kârına hizmet etmektedir. Bu çelişki ve tahakküm ise bireyin kendi varoluşunu ve düşüncelerinde bozulmalara yol açmaktadır. Karl Marx, ‘‘Ben mal değilim. İnsanım. Değerlendirilmek değil insanca değerli olmak, yaşamak istiyorum’’ diyerek kapitalist zorbalığın karşısında bireyin içinde bulunduğu durumu ve bu durumdan kurtulma yöntemini ifade etmiştir. Bireyin duyumsadığı değersizlik hissinden, güzellik kaygısından ve kendi bedeni üzerindeki çarpıtılmış bilişlerinden tam anlamıyla kurtulmasının yöntemi, hâkim sınıfların bireyi değerlendirdiği düzenin yıkılması ve insanın, insanca değerli olduğu yeni düzenin kurulmasıyla mümkündür.
Ataerkil Egemenliğin Beden Üzerindeki Tahakkümü
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde kapitalist düzenin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bireyin düşünceleri, duyguları ve daha genel anlamda tüm yaşamı ekonomik ve siyasal etkinliklerin sonucunda gelişir ve belirlenir. Kadınların ve diğer cinsiyet tanımlamalarının üzerindeki erkek egemenliği, hâkim sömürgeci sınıfın emeğe ve proletaryaya karşı kurduğu egemenliğin bir türevidir. Toplumsal cinsiyet rollerini belirleyen ana unsur sermayenin ihtiyaç duyduğu ihtiyaç ile şekillenir. Buna göre, toplumsal cinsiyet rollerinde erkek cinsiyetine yüklenen ekonomik kazanç beklentisi ile kadının sömürülen ve görülmeyen emeği, fabrikada veya evde, ile karşılaşılır. Engels, ‘‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’’ eserinde, cinsiyetler arasında var olan eşitsizliği, ‘‘Erkek ailenin içinde burjuvadır, kadın proletaryayı temsil eder’’ benzetmesiyle öne çıkarır.
Yazının başında kadın, özellikle genç kadınların, beden üzerinde yanlış bilişle ortaya çıkan anoreksiya tanısını daha çok aldığını belirtmiştik. Doğallığında kadın bedeni üzerine belirlenen estetik yargıların ve kadınların erkeklerden daha yoğun şekilde bedenleri üzerine sahip olduğu eleştirilerin açıklanmasının önemi öne çıkmaktadır. Hâkim sınıfların, kadınların sınıf mücadelesindeki dinamiğini örselemek, engellemek ve mücadeleden uzak tutmak için ortaya çıkardığı belirli kavramlar, moda, estetik, bakım, güzellik anlayışı vs., kadının kendi bedenine yönelik ağır eleştirilerin de temelini oluşturmaktadır. Burjuva akımların yarattığı moda anlayışları, kusursuz beden imajı ve erkek egemenliğinin belirleyici olduğu kadın tanımlaması kadınları sınıf mücadelesinden uzak tutma amacını taşıdığı gibi erkek egemenliğinin himayesi altına sokma amacı gütmektedir.
‘‘Kadın için bir suç olan ve ağır yasal, toplumsal sonuçlara yol açan şey, erkekler için bir şan ya da en kötüsü zevkle taşınan hafif bir ahlaki kusur olarak kabul edilmektedir.’’
Engels’in ‘‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’’ eserinde belirttiği gibi, kadının davranış ve düşünceleri toplumsal boyutta daha ağır sonuçlar doğurmaktadır. Öyleyse, kadının, kapitalist ve uşağı erkek egemenliğinin tahakkümü altında olduğunu ve kadınlara biçilen rollerin de eril zihnin elinden çıktığını söyleyebiliriz. Bu durum, kadınların veya daha genelleyici bir ifadeyle egemenlerin biçtiği rol ve sınırlara uymayan bireylerin ötekileştirilmesini ve suçlanmasına neden olmaktadır. Hâkim sınıflar, kontrol altında tutmak için yoğun çaba sarf ettiği sınıfın özgüven sahibi olmasını, özgün ve varoluşundan memnuniyet duymasını istemeyecektir. Hâkim sınıflar, kendi dinamiğini, değiştirme-dönüştürme gücünü ve pratiğin odağında olduğunu farkına varacak bireyin, yaratacağı yeni dünyanın ihtimaline bile yoğun korku ve kaygı duyar. Kapitalist sömürü düzeninin ve erkek egemenliğinin sorunları bireylere indirgeyerek kendisinden uzaklaştırmasına karşılık kaygılarını arttırmak ve korktuklarının başlarına getirmek için onların kurdukları zorbalık düzenini yıkalım.
Emeğiniz sağlık.