Hayatımıza şöyle bir dönüp bakalım. Anlam bulduğumuz ve bir o kadar da anlamsız bulduklarımıza özellikle bakalım. Ne kadar çok değişiklik geçirmişler değil mi? Hayatımıza giren ve çıkan onca şey gibi anlamlar anlamsızlaşmış, anlamsızlık bir anlam kazanmış vaziyettedir. Bunu ifade etmesi ne kadar kolay değil mi? Ya yaşaması? Ya hissetmesi?
Aslına bakarsak yaşamımız süresince birçok değişim yaşarız, apaçık bir akış durumu söz konusudur. Dün söylediğimizi bugün reddederken, yarın söyleyeceğimizi dün reddetmiştik ama bunların hepsi yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Ama neden? En yakınlar neden en uzak olur? En uzaklar niçin ansızın en dibimizde belirir? Aslında bu soruların cevabı hayatın kendisinden başka bir şey değildir. Hayat tamamen değişim ve akış üzerine kuruludur. Biz de bunun en büyük temsilcisiyizdir.
Hayat insana her daim siyah-beyaz durumu yaşatır. O keskin uçlarla insan baş başa kalır. İnsanın denge haline ulaşması için o ara tonu bulması gereklidir. Yoksa insan o keskin uçlar arasında bir o yana bir bu yana süzülecektir. İnsan bu dengeyi bulabilir mi? Belki de bulabilir ama insan doğası gereği genelde oralı değildir. Ya hep ya hiç diyen anlayışı çoğu zaman üstün getirtmiştir. İnsanlar bir uç için diğerini çoktan feda etmiştir, ardına bakma tenezzülünü bile göstermemiştir.. İnsanın en büyük anlamlaştırma arayışı tam olarak burada başlamıştır. Belki de gündelik hayatında her zaman geçtiği yerden geçmiştir ama bu sefer anlam kazanmıştır. Niçin bu sefer? İnsan her zamanki gibi algılamak istediğini algılamıştır. Tüm mantık ilkelerini çöpe yuvarlamıştır, sıradan olanı özel olana çevirip anlam değişmesi yaşatmıştır.
İnsan bunu neden yapar? Nedeni açıkça ortadadır: İnsan kendini değerli ve anlamlı hissetmek ister. Aslında insan hayatı tam olarak da bu değer ve anlam ilkeleri üzerine kuruludur. Hayatının başından sonuna kadar her alanında bunu yaşamak ve yaşatmak onun en temel ilkesi olmuştur. Bunun için yeri geldiğinde o kadar çok değişmiştir ki bunu hayatının bir parçası olarak görmüştür. Gerçekten de böyle midir? Neden insan bu büyük değişimi kendisine ve çevresine reva görmüştür? Buradan edinebileceği şeyler nedir?
Neden anlam ve anlamsızlık insanın hayatının bu kadar içindedir? Bu konuda insan ilişkileri üzerinden gitmek istiyorum. Bir insan hayal edelim, bu insanın dünya üzerinde bulunması milyarlarca olasılıktan sadece bir tanesidir. Bu kadar düşük olasılıklar sonucu var olan insan kendisi gibi milyarlarca olasılıktan bir kişiyi bulur veya o kişi konu olan kişiyi bulmuştur. Ortada yaşanan şey milyarda bir ihtimaldir. Bu milyar gibi astronomik orandan sadece “1”e düşme durumunun yaşanması kesinlikle hafife alınmayacak bir değişimdir. Aslında tam konumuz olan anlam ve anlamsızlık burada yaşanmaktadır. Anlamsız denilebilecek kadar derin ve büyük bir havuzdan bir seçim sonucu tek bir kişinin alınıp iki kişilik bir dünya tasarımına dönüşmektedir bu durum. Ne kadar mucizevi bir durum değil mi? Aslında oldukça büyük bir şey olduğunu düşünüyorum ve bu duruma gönülden katılıyorum. Ama insanlar ne düşünüyor? Hiçbir şey. İşte en büyük sorun da burada başlıyor.
Anlamlaştırmanın en tehlikeli yanı karşılık beklemektir. Bu oldukça büyük bir beklenti olduğu için çoğu zaman hayal kırıklığı olarak sonuçlanır. Ama neden? Nedeni her ne kadar basit olsa da kabul etmesi oldukça zordur. Çünkü genellikle o insanın da başka bir anlamlaştırması vardır. Her ne kadar sen lütuf eylediğini düşünsen de bu işlerin böyle yürümediği açıkça nettir. Sen ne yaparsan yap bunun karşılığını beklediğin sürece hayal kırıklığıyla yüzleşeceksin. Karşındaki sen değil, sen de o değilsin. Farklı mekanizmaların ortada buluşması az önce bahsettiğim gibi mucizevi istatistiklerdir. Bu yüzden de anlamsızlıktan anlamlaşmaya ve anlamlaşmaktan anlamsızlaşmaya giden süreç çok hızlı gerçekleşmektedir. Süreç içerisinde insan bunu kesinlikle hissedemez. Bu da söz konusu olan durumun en büyük dezavantajıdır. İnsanın algılarını kapatan bu süreç onu çoğu zaman uçuruma sürükler. Dönüp geçmişimize bakalım, o anlamlandırdığımız kişiler, düşünceler, durumlar neredeler? Bir daha bilemeyeceğimiz kadar uzaklarda ve yerlerini bambaşka anlamlara bırakmışlardır. Söylemesi ne kadar kolay değil mi?
Bu anlam ve anlamsızlık sürecinin en acı tarafı da süreç içerisinde farkında olamamaktan kaynaklanır. Bir anlamlandırma süreci yaşadığınızı düşünün, o süreç içerisinde olaylar ne kadar toz pembe ve olumlu seyreder değil mi? Hatta yaşarken de neredeyse muhteşemdir. Ya anlamsızlaşmaya başladığı an? Bu kadar güzel, muhteşem, harika bir şeyin etkisini yitirmesi, bayağılaşması, uzaklaşması ne kadar korkunçtur değil mi? İnsanın bu harika şeyin değiştiğini ve bir o kadar kötü hale gelmesine tanık olması ne kadar iğrençtir değil mi? İnsan bunu bir kere değil defalarca yaşar. Defalarca en yakınken en uzağı hisseder… Bu durum tam olarak bedel olarak görülebilir. En uçları yaşayan insan bunun devam edeceğini her ne kadar göz önünde bulundurmasa da zamanı gelince yüzleşeceğine dair ufak bir farkındalığı olmalıdır. Yoksa gündelik hayatımızda yaşanan olayların hayatımıza yapacağı rezil ve iğrenç etkilerine karşı koymak şöyle dursun kılımızı bile kıpırdatamayız. İşte bir hayat nasıl söner sorusuna verilebilecek bir konudur anlam ve anlamsızlık. Özellikle sönmek kelimesini kullandım çünkü “anlam” öyle bir yanar ki söz konusunu olan sıcak ve ateş o kadar güçlüdür hiç sönmez ve sonsuz gözükür. Oysaki “anlamsızlığın” kötü bir sürprizi vardır. Ansızın çıkar gelir ve yok olur bu yanma hali. İnsanın gözü önünde yaşanan bu olay ya onu değiştirecektir ya da yok edecektir.
Yorum Bırakın