Özellikle böyle tarihi günlerden geçerken aslında kaçırdığımız temel noktaları ortaya koyabilmek için böyle bir başlıkla yazıya başlamak istiyorum. "Tercih nedir?" sorusunu hep beraber düşünürken ilk olarak tercihin etrafında kümelenen ve benimsememiz gereken belli başlı noktalara göz atalım:
"İnsan ne kadar bilinçlidir?" sorusuyla yola çıkmamız gerektiğini düşünüyorum çünkü ortada bir tercih söz konusuysa bu bir bilinç ürünüdür. Seçenekler arasından tek bir tanesini işaretlemek aslına bakarsak gayet üst düzey bir bilişsel süreçtir. Özellikle bugünlerde insanlarımızın bir yarısı diğer yarısını "aptal" olarak yaftalarken bu bilinç konusunun tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Bu yazıda ülkemizi temele alarak ifadelerde bulunmak istiyorum. Tercih yaparken; özellikle üst düzey bilişsel beceri olarak "karar verme" sürecini işletiriz. Bunun sonucunda da seçeneklerden bir tanesi çoğunluğu elde eder ve kazanan taraf olur. Aslında bu süreç gayet bu kadar olağanken iki ucun birbirini verdiği kararlardan dolayı suçlamasıyla karşılaşırız. Burada konuşulması gereken birkaç başlık olduğunu düşünüyorum.
Doğru kararı verdiğini iddia eden kişi gerçekten doğru kararı mı vermiştir?
Göz göre göre yanlış karar verdiği iddia edilen kişi doğru mu yoksa yanlış karar mı vermiştir?
Bu maddelere baktığımızda iki seçeneğin de kendi içinde doğruluk payı olduğunu söylesek yanlış olmaz düşüncesindeyim. Aslında asıl sorun da buradan ortaya çıkıyor. Net bir doğru söz konusu değil. İki tarafın da kararının dayandığı haklı bir merkez söz konusu olduğu için herkes kendi doğrularını savunmaya eğilimli. Karşı tarafın ikna edilememesinin en önemli sebebi budur. Kendisini ikna edemeyen bir kişi nasıl karşı tarafı inandırıp, ikna edip ve tercihine doğru çekebilir? İşte bu değişikliği yapamadığı için saldırganlaşmak da cabası. Böylelikle iki uç arasındaki uçurum genişledikçe genişler.
Toplum nezdinde kaçırılan bir konu da aslında tercihin bilinçdışı sürecidir. "Öylesine" inanışının da toplumumuz açısından yaygın olduğunu düşünüyorum. Buna tesadüf, şans vb. gibi yakıştırmalar koyabiliriz. Bunun nedenine inersek de tarafların çabasızlığı ve yüzeyselliği olarak ön plana çıkar. Bu "öylesine" denilen kesime inilememesi günümüzdeki en önemli tercih olan seçimlerin sonucunu belirlemektedir.
İyi ve kötüyü asla belirleyemeyen bir toplumken bir tarafın diğer tarafa dayatması, hakareti, saldırısı sonucunda kendi tarafına çekemediği açıkça bellidir. "Demek ki bu işler böyle yürümüyor!" şeklinde bir özeleştiriden yoksun bir otoritenin hakimiyet kurması gerçekçi olmadığı gibi hayalperestlikle özdeşleşebilir. Bu hayalperestlik bizim toplumumuzda "miskinlik" adı altında ortaya çıkar. Oturduğu yerden değişim, gelişim vb. bekleyen kişi nasıl hayal kırıklığına uğrayıp daha kötüye gidiyorsa bizim toplumumuz da bu şekilde uçuruma yaklaşıyor. Eğer bir değişim söz konusuysa hatta daha yüksek perdeden söylenirse ve bu bir devrimse halka inememesi büyük bir abeslik değil midir? Buradan anlaşılan şudur ki değişim istediğini iddia eden kişi veya kişilerin desteklediği toplulukların destekçileriyle örtüşmüyor. Burada birkaç durum söz konusudur:
Değişim olsun diyen kişi kendini değiştirmiyor.
Değişimi isteyen kişinin desteklediği topluluk değişim için mücadele etmiyor.
Değişimi isteyen bireyin temsilcisi değişime uygun değil.
Ne yazık ki bizim toplumumuz nezdinde bu iki durumda söz konusudur. Ülkemizi %50/%50 olarak düşünürsek diğer %50'lik dilimi böyle bir haldedir. Bu yüzdeleri değişim isteyenler/mevcut düzenciler/kararsızlar olarak üçe ayırabiliriz. Özellikle bu kararsızlar her iki tarafta da azımsanmayacak kadar yoğunluktadırlar ama daha çok mevcut düzenciler içerisinde olduğuna inanıyorum. Burada "neden?" sorusunu sormalıyız. Bu soruyla beraber değişimin neden olmadığı, mevcut düzencilerin neden sürdürme eğiliminde olduğu ve kararsızların nasıl oluştuğunu görebiliriz.
- Ya sonrası? üzerine herhangi bir yol haritası çizilmemesi.
- Ortada ideoloji, fikir, düşünce gibi şeylerden ziyade "kişilerin" tartışılması.
- İlkeli, net, omurgalı ifadelerden uzak olunması.
- Halkın seviyesine inilememesi ve kopuk bir hayat yaşanması.
- Sunulan projelerin halkta bir karşılığının olmaması.
- Geçmişte kondurulan etiketlerin kırılamaması.
- Kişisel çıkarların ülke çıkarlarının üzerinde olması.
- Halkı inandıramamak.
- Hatalı söylemlerde bulunulmaması ve geri dönülmemesi.
- Halkın temsilciliği iddiasında bulunan kişilerin daha kendisini ve kendi güruhunu temsil edememesi.
Ben top 10 yapmak istedim bu liste uzar da gider fakat temeline inildiğinde böyle bir liste oluşabilir. Mevcut düzeni destekleyenleri bir kenarda bırakalım ve diğer yüzdelik dilimde olan değişim isteyenler olarak şöyle bir düşünelim. Değişim gökten inen bir şey midir?
Ne kadar şanslıyızdır ki böyle bir teknoloji çağında yaşıyoruz. Ama şans bunu kullandıkça artmaktadır. Değişim ancak bilimle olur. Bilimin ilkelerini görmezden gelerek ben yaptım olacak gibi bir anlayışla değişimi geçelim kendi bulunduğumuz noktayı da kaybederiz. İçinde yaşadığımız toplumu yönetmek istiyorsak önce onlardan biri olmalıyız. Bilim ışığında toplumu analiz etmeli ve eldeki veriler neticesinde yerel ve evrensel seviyede gerekli aksiyonları alıp halka inmeliyiz. Özellikle günümüzde yaşadığımız en temel sıkıntı da budur. Oturduğumuz yerden istersek dünyanın en iyi sözlerini en iyi projelerini söyleyelim bizi dinleyen bir toplum yoksa bunların gerçekleşebileceğini düşünen ahmaklıktan başka bir şey etmiyor olacaktır ve topluma yalan söylemekle meşguldür.
Yazının başlarında konuştuğumuz iyi-kötü kavramlarının da ne olduğunu açıkça belli etmiş oluyoruz. Toplumu iyiye ve doğruya yöneltmek bireyin kendisiyle başlar ve topluma dalga dalga yayılır. Birimden bütüne giderek kendimizi eleştirirsek işte o zaman değişim rüzgarı esmeye başlar. Yoksa karşı tarafı suçlamaya devam ederiz.
Özellikle karşı tarafın suçlanmasını asla doğru bulmuyorum. Göz göre göre yanlışa evet diyenler yok mudur? Elbette vardır. Ama bu iki tarafta da var olan bir kesimdir. Ezici çoğunluğu oluşturan kesim o aralarda bulunana doğru-yanlış karmaşası yaşayan insanlardır. Bu da demek oluyor ki bu ezici çoğunluğu kendine katan yönetme hakkına sahip oluyor. Bu yüzden insanlarımızı ve birbirimizi suçlamayalım. Ya bizim kararımız yanlışsa? Ya tercihimiz doğru değilse?
Son olarak umut hakkında iki sözle yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazımdaki ifadeler umutsuz bir tablo olarak gözükebilir fakat bu yazılar maalesef ki gerçeğin kendisidir. Gerçek bu şekilde diye kabul etmek asla umutsuzluk değildir. Umut edilebilecek yerde umut edilir. Öteki türlüsü kendini kandırmaktan öte gidemez. Umudumuzu içimizde koruyacağız ve kendimizi başta olmak üzere karar vericilerimizi değiştireceğiz. Ne yazık ki şimdilik tablo biraz daha uyku halini içeriyor biraz daha uyuyacağız fakat gerçekten de değişim ateşini yaktığımız günlerin çok uzakta olduğunu düşünmüyorum. Umut, sabır, gelişim ve çabamızla bugünümüzü kaybetmiş olsak da yarınlarımız için mücadele etmeyi sürdürmeliyiz.
"Umutsuz durumlar yoktur. Umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim."
-Mustafa Kemal Atatürk
"Umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez.
-Esaretin Bedeli
Yorum Bırakın