En sevdiği yerde oturmuş, en sevdiği anın tadını çıkararak izliyordu. Diğer herkes için sıradan bir an olabilecek bir şey onun için bir ressamın içindeki tüm duyguların yoğunluğuyla yaptığı eşsiz bir tablo gibiydi. Gün batımlarını oldum olası sevmiştir. Bu anlarda hayat onun için bir nebze de olsa katlanılabilir oluyordu. Güneşin kızıllığı ısıtırken insanların içini, ona göre kendi kanında boğulan biri gibiydi. Böyle düşünmek eğlenceliydi. Tüm gün tenini yakan güneşten intikamını böyle alıyordu ya da aldığını sanıyordu. Güneş, sahneyi yıldızlara ve gecenin asıl yıldızına bıraktığında içini kaplayan huzuru tarif edemezdi; sonsuzluğun içinde olmak gibi... Hele ki ay, dolunay halini aldığında üzgün bir insanın siluetini görmek, içini parçalasa da yalnız olmadığını, birilerinin ona üzüldüğünü, onu anladığını çağrıştırdığından bu acısını göz ardı etmesi kolay oluyordu. Yalnızdı, evrendeki en yalnız insandı belki de... Her gün yaşadığı bu cehennemden nasıl kurtulacağını bilmiyordu. Her yolu denese de başaramamıştı. Belki bir gün başaracaktı, ama bu düşünce çektiği acıyı azaltmıyordu. Ona göre belirsizlik bilinmezlikten daha kötüydü. Ölüm bilinmezlikti ona göre, ama hayatta her gün aynı günü yaşamak ve bir çıkış kapısı bulamamak belirsizlikti işte...
Yorum Bırakın