Güneşin Yalnız Yüzü

Güneşin Yalnız Yüzü
  • 1
    0
    1
    0
  • Yalnız ve yaşlı bir adamdı. Bahçesi tek uğraşıydı. Dışarıdan bakan birisi bahçe işinden nefret ettiğini sanırdı ama onu her gün gören birisi bahçesine duyduğu sevgiyi çok gizli kapaklı haliyle sezebilirdi. 

    “Bıktım artık sizden de otunuzdan da…” titreyen sesiyle çimenlere söyleniyordu. Bir yandan bastonuyla ezmeye çalışıyor, ayağıyla ne kadar çiğnerse yok olacağını bulmaya çalışıyordu. 

    “Nasılsın Muzaffer Usta gene bahçeye mi bağırıyorsun.” diye seslendi Ayşe Hanım. Komşusunun bütün aksiliğine rağmen iletişimi koparmamakta ısrarcı komşularının en güler yüzlü olanıydı. 

    “Sana mı soracağım be git işine bak” 

    “İyi iyi hadi kolay gelsin.” dedi. Böyle bir tavrın kaldırabileceği tek olgunluğu da göstermişti.

    Yeniden bahçesini kendince temizlemeye koyuldu. Çimenleri diğer komşularına göre daha hızlı büyüyordu. Her gün ezerek üzerinde bu kadar çok tepinmese belki de daha hızlı. 

    “Sizden öldünüz gene kurtulamadım” bu sessiz bir söylenmeydi. Duyulmasını hiç istemeyeceği cinsten. 

    Yapması gerekenler günün başında olmasına rağmen yetişmeyecek gibi geliyordu. Ömrü çalışmayla geçmişti ama artık 90 yaşındaydı. Biraz da dinlenmeye ihtiyacı vardı. 

    “Yaşarken ne uğraştım hâlâ bitmiyor ihtiyacınız.” Sesi duymak isteyen için öfkeli çıkmıştı ama kendisinni hissettiği tek duygu hüzündü. “Ölüm bile bizi koparamadı.” 

    Çimlerin üzerinde dışardan çok amaçsız görünen son bir tepinmeden sonra bahçe hortumunu çıkarmaya gitti. Ne kadar çimenlerden nefret ediyor olsa da toprağını kurak bırakamazdı. Hem bugün yeni çiçekler ekmeyi planlamıştı. Bahçesi hızla büyüyen begonyalarla dolacaktı. Renkli ve sakin. Abartıdan uzak. Tıpkı yalnızlığı gibi. 

    Çapasını bodrumda unuttuğunu fark etti. Toprağı havalandırması gerekiyordu. Başını güneşten sakındığı şapkasını sinirle son kez ezdiği çimenlerin üzerine fırlatıp az önce hortum almak için geldiği yerden geri gitti. 

    Şapkasını başına geçirmeyi, çapa işini bitirmeye yakın başı dönünce hatırladı. Güneş, yaz güneşi değildi ama çalışana özel muamele ediyordu. “Canına yandığımın güneşi, bir bana görünürsün.” dedi. Güneşe olan nefreti için sayısız sebep sayabilirdi. Şapkasını fırlattığı yerdeki çimenlerin başını doğrulttuğunu görünce sinirleri tamamen tepesine çıktı. “Sizin kökünüzü kazıyacağım bu sefer”  dedi. Yapamayacağını bilerek şapkasını başına tekrardan geçirdi. Çimenleri yeniden ezmeye koyuldu. 

    Güneş onu tepeden izliyorsa tek görebileceği yaşlı ve huysuz bir adam olurdu. Ama o bundan fazlasıydı. Her gün onları ezse de çimenlerine kıyamazdı, ailesine de kıyamazdı, onları çıplak bir toprağın bekçisi yapmayı arada düşünse de. 

    Çiçek tohumlarını çıkardı. Toprağın açıkta kalan nadir bölgelerini de bu tohumlar dolduracaktı. Bahçesinde kahverengi tozlu toprağın varlığına dair tek kanıt bu otlardı. Çimenleri ve çiçekleri. 

    İşlerini hallettiğinde güneş yüzünü artık hiç sakınmıyordu. “Beni yakmaya ant içtin sanki” diye güneşle konuştu. Belki de arkadaşı olarak görebileceği tek varlıktı.


    Akşam hızlı olurdu. Bahçeden içeri evine girer sonrasını hatırlamazdı. Onun için sadece sabahları ve akşamları vardı. Günün ortası boşluktu. Sanki o saatler yaşanmıyor gibiydi. 

    Yıllanmış emekli koltuğunda üç kaşıkta bitirmeye yemin ettiği yemeğini yiyordu. Evin sahip olduğu nadir eşyalardan biri de külüstür radyoydu. Cızırtılı bir ses haberleri sunmaya çalışıyordu. “Bir son dakika gelişmesiyle karşınızdayız. Evet, sevgili seyirciler bugün ortaya çıkan bir tanığın ifadesine göre 30 yıl önce kapanan cinayet davası yeniden açıldı. 30 yıl önce bütün ailesini katleden babanın aleyhine ifade veren tanık her şeyi gördüğünü iddia etti.” 

    Haberler canını sıkmıştı. Kim bütün ailesini öldürüp 30 yıl boyunca yaşamayı seçerdi ki. En onurlu hareket kendini de öldürmek olurdu. Bunu bile yapamayacak insanlar vardı demek. Kirli tabağını lavaboya koyup yatağına yollandı. Bunları bir rutinden çok robotlaşmış hareketlerle yapıyordu. 

    Sabah tahammül edemeyeceği bir gürültüye uyandı. Kapısı kırmaya çalışan varmış gibi çalınıyor bahçesinden köpek sesleri geliyordu. “Bu da ne be” diye söylenerek kalktı. Alışık olduğu saatten bir saat erken kalkmıştı. Bunu bir uğursuzluk olarak gördü. Kapısını gelenler kırmadan kapıyı açmayı başardı. Hiçbir açıklamayı gerekli görmeyen birkaç üniformalı adam evin içine dalmıştı bile. “Tutuklusunuz.” dedi kalın bir ses. Ne demekti bu. Ne yaptığını öğrenmek istedi ama konuşamadığını fark etti. Sanki ağzını açamıyordu. Bir ağzı bile yoktu. Dudaklarının birleşerek yok olduğunu hayal etti. En son 80 yıl önce hayal kurmuş olmalıydı. Bileğine değen kelepçelerin soğuğu ona morgu hatırlattı. Yıllarca her gün gittiği işini. Her gün gördüğü onca ölü insanı. Onlara dokunduğunu hatırladı. Soğuk ve cansız bedenlerini. Polislerden biri bir anda başını yere bastırdı. Belinde hissettiği acının bir karşılığı yoktu. 90 yıllık bedeninin karşılık verebileceği bir tepkisi bile yoktu. “Ailenin ölümünden sorumlusun. Onları sen öldürdün.”  Uzaklardan bir ses duydu. Polislerden hangisinin konuştuğunu çözebilmek için belini doğrultabilmeyi umdu. Ama boşuna çabaladı. Hareket edemiyordu ve konuşamıyordu. Kaskatı kesildiğini hissetti. Üşüyordu. Çimenlerinin kokusunu duydu, sıcak ve ferahlığı aynı anda hissettiren ekşimsi kokuyu içine çekti. Kan ter içinde gözlerini karanlığa açtı. Ellerine baktı kelepçe yoktu. Ağzını açabiliyordu. Gördüklerinin bir rüya olmasını algılayamadı. Her şey çok gerçekti. Belini gerçekten incittiğini fark etti. Kendisini çok sıkmış olmalıydı. Bütün huzursuzluğunu penceresini açık unuttuğu için duyduğu çimen kokusuyla geride bıraktı. Oradaydı. Ait olduğu herkes. 

    Sabah uyandığında tek anımsadığı tatsız bir gece geçirdiğiydi. Arada sırada gördüğü anlamsız rüyalar. Bazen karısını kaybettiği günü görürdü. Ona kahvaltı hazırladığı sabahı. Güneşli ve kuş cıvıltılarının olduğu bahçesini. Bahçedeki çıplak toprağı ve belli bir düzen içinde dikilmiş renk renk çiçekleri görürdü. İsimlerini bile bilmediği çiçeklerden birkaç tane koparıp tepsiye koyuşunu. Hiç pişmeyeceğini sandığı yumurtayı görürdü. Karısının bir an önce yanında olmasına engel olan yumurtayı. Hiçbir eksiğin olmadığını sandığı kahvaltı tepsisiyle yatak odasına gidişini görürdü. Sonra bir anda yere saçılan çilek reçelini. Karısını uyandıramayışını görürdü. Gelmesinden korktuğu günün yaşandığını fark ederdi. Karısı beynindeki kansere yenik düşmüş olurdu. Onu soğuk ve yapayalnız haliyle morgda görmeye tahammül edemediğini görürdü. Bilinçaltının yıllardır yaptığı planını gün yüzüne çıkarmasını görürdü. Onu kendisi gömerdi. Bütün komşuları uyurken ve etraf zifiri karanlıkken. Aynısını sahibinin ölümüne sadece 3 hafta dayanabilen köpeği için yaptığını görürdü. Karısının yalnız olmaktan ne kadar korktuğunu bildiği için köpeğinin ölümüne mutlu bile olduğunu rüzgâr kulağına fısıldardı. Başka geceler daha acımasız rüyalar da görürdü ama hep sabahına unuturdu. Unutmazsa kalkıp çimenleri ezemezdi. Ya da yeni tohumlar ekemezdi. Karısının onu unuttuğunu sanmasına sebep olurdu. Bu rüyalar hep vardı ama bir gün anımsamak isterse tek düşünmek istediği karısının süper kahramanı olduğuydu. Onu ölüm kokan, yalnızlıktan tekrar ölmek isteyeceği ‘beni o ölü buzdolabında bekletme’ dediği; kuytuda bırakılan, herkesin bakmaktan imtina ettiği soğuk mezara koymamıştı. Birkaç korkunç kâbus hiçbir şeydi. Karısı yanı başında ve mutluydu. Hatırlamaya değer bir sürü anı ve çiçekleri vardı. Kâbuslarsa sadece unutması için vardı.  

    “Geliyorum sevgilim, çimenler yine sana güneşi göstermiyor.”

     


    Yorumlar (1)
    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.