Şehir Işıkları

Şehir Işıkları
  • 1
    0
    0
    0
  •      Her eksik kalışımda günlüğüme bir şeyler karalarım. Her seferinde başından sonuna okurum güzelce. Satırları eksik, noktaları üç tanedir cümlelerin. Eski bir anı, yaz akşamları gibi. Hani çok aydınlık mahallelerin son sokağında ışıksız bir direk vardır; çocukların, altında oyun oynamadığı ve sokak sakinlerinin de bunu pek sorun etmediği karanlık. Orada, bir güzelliğe yazılabilecek nice şiirleri teğet geçen yağmurun sesini dinledim, soğuk kaldırım taşlarına oturup gözyaşı diye yağmuru suçladım. Bilirsin, asla barışamadım soğuklarla. Ama biliyorum, güzel günler gelecek. Hatta aylar ve yıllar… Aştığımız soğuk, karlı dağların ardından kahverengi bir gülüş karşılayacak bizi; buzları eriten, yükseklik korkumu unutturan. ‘İmkânsız yolları kat etmek’ demiştim, bahçemde. Kim bilir, belki bir ömürde saklı tüm imkânsız masallar; aydınlık, umut pembesinden yapılma, karlı rüyalar akşamında hayat bulacak. Bilmiyorum…

         Çok sıcak yaz akşamlarını hayal ederim. İnsanın gülmek için herhangi bir sebebe sığınmak zorunda olmadığı sıcak günler. Kasımdan en uzak, mayısa en yakın yaz aylarında ararım kendimi.  Küçük bir tepenin üzerinde çimlere uzanıp gündüzden daha aydınlık geceleri seyretmek… Bir şehir, adını hâlâ koyamadığım, tertemiz bir şehir ve bol ışıklandırmalı parklarla süslenmiş. Yanı başında palmiyeler, belki incir, kahve ve haki tonlu caddeler. Rüzgârı yüzüne vursa çevirmezsin başını. Bahçesi güzel diye dokunmaya kıyamazsın güllerine yahut yaralarım diye dikenlerine. En parlak saatlerin gecede kaldığı bir şehir... Sanki koskoca şehir, deminki sokağın sonunda duran o direğin ışığını tamir etmiyor diye belediyeye inat kurulmuş. Işıkların nefes aldığı sakinlik mevcudiyetini korurken hep aklıma gelir, karanlıkların içinde çırpınan aklım neden bu kadar aydınlık. Öyle bir şehir ki gölgelerin bile etrafını aydınlattığı.

         Sonra nedensizce içimde üzgün bir bakış belirir. Ay’a bakıp tuvale kopya geçiren çocuklar, uçurtmasını hırsla göndere çeken başka bir grup ve ben; tepenin hemen aşağısında şehir manzaralı ufak bir bankta, kulağımda dilini bilmediğim notalar, aklımda ayrıca sen düşünceleri, günlerden de mayıs. Biraz korku karışık beklediğim şubat tarihli bir “Temmuz’a” notu, güneşsiz bir bahar ikindisi kadar eksik kalan bir yanım ve cümlelerim. Diyeceklerim, diyemediklerim, içimde kalanlar, pekiler, vesaireler… Sinema akşamlarında bi’ konuşabilsek çok şey söyleyecek dilimiz susuyor, belki başka bir zamana daha güzel kelimeler sakladık diye. Bana gün doğmuyor, gün batmıyor. Derken yazın sonu gelmiş, -kemiklerim biraz ısınmış hatta bunalmışım- can havliyle oturuyorum caminin orada bir yere. Bir daha ne zaman göreceğimi bilmediğim sana, veda etmeyi bekliyorum. Ellerim titriyor, nefesim düzensiz; yine de kesin olmayan gelişini, yarı buruk şekilde bekliyorum. Sonra birden seni görünce bildiğim her şeyi unutmuş, tüm cehaletimle sana bakıyorken kendimi buluyorum. Tüm bunların son kez oluşunun hayreti içinde olduğum yerde yığılıp kalırken zamanın tüm akışkanlığını hissediyorum. O andan beri bütün kötü günlerin sonuymuş gibi, aydınlık şehrimi fetheder gibi, gündüzün geceye bakışı gibi resmini çiziyorum gözlerimde. 

         Ne yapsam biraz yarım, ne okusam bir şeyler eksik. İlk bilinmezliğin çaresizliği beynimi tırmalıyor. Rüya mesaim başlıyor. Loş aydınlatmalı, tozlu, gri bir oda düşün, büyük bir oda. İçinde üstü örtülü kemanlar ve birkaç kişi ile bir ben, bir de sen. Bilir bilmez şarkılar söylerken; bana bakıyorsun. Dünyanın en güzel günü gibi... Biliyorum, bir rüya ama bitmesin istiyorum, kalayım, müsebbibi odadaki toz olan öksürüğüm beni mahvetsin ama kalayım işte orada. Uyanıyorum yavaş yavaş; şehrimin elektriği kesilmiş gibi, harp meydanlarında silahlar susmuş, herkes uyumuş da bir ben uyanmışım gibi. Yalnız, sessiz, eksik… 

         Zamanın dönüşü cesaret veriyor merhamete. Uzaklar gelmesin için alınmıyor saatler geri. Uykusuzluğun karanlığı yine aynı… Aylak ve sabırsız caddelerce üşürken kayıp sesler duyarım. Uçsuz bucaksız yoz arazilerde, okyanusları kulaçlamak gelir içimden. Diyorum bazen şehrin tüm aydınlığına bir kibrit de ben çakıp yakayım; ateşe vereyim tüm akıl sahamı. Sonra ilkokul öğrencisinin çizdiği bir resim gibi güneş, dağların arasından bir yerinden yükseliyor. Gerçek gün, aydınlatıyor şehrimi. Kimseler kalmıyor sokaklarında, performans ödevlerine benzeyen kartondan evlerimin rengi atıyor, mevsim üşüyor. Uzanıp yıldızlara baktığım küçük tepeden aşağı inip ağaçlara bakıyorum, onlar da mı gerçek değil diye. Ve orada çıkıyor karşıma. Erken açan kış çiçeğinde arıyorum rengini. Biliyorum, soğuklar kıracak o dalı ama bahar da gelecek. Hem de binbir rengiyle. Fakat bu ömrü kısa çiçeği tekrar bulabilirsem  bahar, o zaman bahar olacak.

         Kuruttumsa sakin, ince dallarını bilmediğim için değil bir çiçeğe nasıl bakılır. Güzelliğinin sarhoşluğu ile son kış gününün zamansız baharlarına hayran kalıp; yaz ortası güneşini unuttum, ta tepende. Sebebi; toprağı kurak, biraz da dalgın, gönlümdür. Taşra kalabalıkların yapma çiçeklere gösterdiği tozlu özen kadar da kötü değildi sıcaklarım. Çoluk çocuk gidip de kırmasın dallarını diye vitrin üzerine terk edilen çiçeklerden olmadın. Bense düştüğüm çölde gördüğüm hayal meyaller; nur saçılmış deli ekinleri kadar kurak; iyi ve kötüler, güzel ve çirkinler arasında savruluyorum.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.