Hep aynı günün sabahıydı, değişen bir şey yoktu. Ayağını ayakkabısına yerleştirebilmek için işaret parmağından yardım aldı ve böylece tüm koşu boyunca parmağındaki o hafif yanığın acısını çekecekti. Parmağı her seferinde bu yardıma gönülsüzdü ama o bunu hiç takmıyordu. Onun huyuydu bu, bildiğini okumak. Kim demiş monoton bir hayatın sıkıcı olduğunu? Hiçte sıkılgan bir surata benzemiyordu onun suratı.
Saat günün ilk ışığı, güneş gözlerini yeni açmıştı ve gözlerini uykudan alabilmek için gözlerini ovuşturuyordu. Bu sıralar güneş erken uyanıyordu. İşte o gözlerden çıkan silik ilk ışıklarda parmağını yakmıştı, her günün sabahını yaşamak için. Uykusuz güneş mevsiminin en serin saatleriydi bu. Koşmak için daha iyi bir zaman olamazdı. İşte bunu çok iyi biliyordu. Onun suratı sıkılgan bir surata benzemediği gibi aynı zamanda herhangi bir derdi olan surata da benzemiyordu. Doğrusu ilginç biri kendileri. Tiyatronun hiçbir maskesine benzemiyordu onun suratı. Trajediden bihaber olduğu çok belli. Her neyse, gönülsüz parmağının gönlünü alabilmek ve acısını dindirmek niyetiyle onu emdi. Parmağı eminim ki buna da gönülsüzdü. Çekti kapıyı ve koyuldu yaşayacağı en derin macerasına. Nerden bilebilirdi ki her günün sabahında bunu yaşayacağını.
O günlerde güneş tüm şiddetiyle gözlerini dünyaya diktiği saatlerde dışarıda olmak epey bir bunaltıcıydı, bunu bilir bunu hatırlardı tüm insanlar. Özlemini çektiği o en güzel bildikleri dörtlükte, uykusuz güneş mevsiminde. İşte bu yüzden sabahın serinliğini önce şakaklarında sonra tişörtünden içeri tüm vücudunda hissetmek ne huzur verici bir şeydi. Bu huzura eşlik edecek bir ezgiyle başladı adımlarına. Yavaş yavaş temposu arttı, bunu her sabah yapsa da ayağını yere atmakta acemiydi. Solukları serin ve yavaş akan bir ırmağın kayalıkların arasında süzülüşü gibi. Temposunu arttırmaya başladı, arttıkça acemiliği daha çok belli oluyordu. Tüm kederin yaşandığı o yere sağlam basmamak ne büyük acemilikti. Tiyatronun tüm maskelerini öğrenecek ve yaşayacaktı bu çok bildiği rotasında. Biraz koşacaktı o kadar. O güzel ezgilerin aklına getirdiği tek bir şey yok, huzurdan başka. Biri ona bunu nasıl anlatsa ki. Bir sevgilinin dizlerinde huzuru bulmak gibiydi. Gerçi o bunu nerden bilebilir ki? Ayrıca o serin havaya karşı koşusu parmağındaki sızıya iyi geliyordu. O acemi büyük adımları ona pahalıya mâl oldu ve bir ufak çukurda sendeleyip sağ ayağının sağ tarafına tüm vücudunun yükünü bindirdi. Yere düştü. Yüzü ekşidi. Oturdu yere başladı ayağını sıvazlamaya. Ufak bir buruktu bu. Kalkıp tekrar koşacak gücü olduğuna inanıyordu. Neden inanmasın ki? Ayağa kalktı ve devam etti. Yine aynı acemilikle o çok iyi bildiği rotasına devam etti. Temposu düşmüştü. Gözlerini etrafa dikti ve incelemeye başladı. Güneşin gülüşünü engelleyen ağaçların altında ona eşlik eden belli belirsiz sonsuza kadar uzanır gibi duran el değmemiş bodur yeşilliklerle beraber yol alıyordu. İlginçte kokuyorlardı. Hafif yanık yaprak kokusu gibiydi. Daha önce bunun bu kadar farkındalığında olmamıştı. Doğanın kokusu bu olmazdı, yakıştıramadı ona bu kokuyu. Hayalleri sünmüş gibi göz kapakları önüne düştü ve dudağını büzdü. Derin soluklar alıp vermeye imtina etti. Beğenmemişti doğanın kokusunu. Bir kez daha önüne düştü göz kapakları ama bu sefer başını iki yana salladı. Ayağında ve parmağında ufak bir sızı ve onlara eşlik eden hayal kırıklığıyla devam ediyordu rotasına. Umursamazlık yaptı. Artık koşusunun bitsin istediği çok belliydi. Arttırmıştı temposunu. Serin hava ciğerlerini buz gibi bir suyun ciğerlerini yaktığı gibi yakıyordu. Çok çabuk yorgun düştü ve durdu. O hayal kırıklığı yaşadığı kokunun içinde bitkin düşmüştü. Oturdu yere. Hızlı yakıcı soluklarını dindirmeyi bekliyordu. Kapattı çoktandır işitmeyi bıraktığı o ezgiyi. Rüzgarın çıkardığı hışırtıyı işitti. Ama bu rüzgar o kadar sessiz ve naifti ki bir perinin yavaş ve cilveli adımlarla sazlıkları parmak uçlarıyla dokunarak geçmesi gibiydi. Keyif verdi bu ona. Biri ona bunu nasıl anlatsın ki. Sevdiğinin dizlerinde yatmak gibiydi. Tebessüm etti teşekkür eder gibi.
Yolun öteki ucundan hiç alışık olmadığı bir ses geliyordu. Gözlerini ufuk çizgisine dikti ve orda belirecek olan o şeye umuttun ziyade ürkek bir ceylan gibi bakmaya başladı. Kaçmaya hazırdı ama yaralıydı. Ürkek ürkek tehlikeye dikti gözünü. Kendisi gibi koşuya çıkmış biriydi gelen. Ürkekliği bıraktı ve ciddiyetle gelene baktı. Gözlerini seçecek mesafeye gelince gözünü gözlerine dikti ve öyle bakakaldı. Düzgün bir solukla düzgün bir tempoyla ilerliyordu. Artık daha yakındı ve onu incelemeye başladı. Yüzünde bir tebessümle yaklaşıyordu, bunu görünce afalladı sanki bir dosta yaklaşır gibiydi. Oysaki görmemişti onu daha önce. Davetsiz misafir sesini çok net işitebileceği bir mesafeye geldiğinde selam verdi. Selamı suratındaki tebessümü gibi yumuşacık çıkmıştı dudaklarından. Doğanın sesi saydığı rüzgarın sesini yarıp geçmişti bu selam. Kim böylesine bir güzelliğe meydan okuyabilirdi ki! Yoksa bu da mı doğanın bir sesiydi? Afalladı bir kez daha ve hiç kendinden beklemediği bir şekilde o da karşılık verdi aynı sıcaklıkla. Bu sefer gelen ses aynı sıcaklıkta ve tonda doğaya yakışır bir ezgiyle “İyi misin?” oldu. Bu kendisine yöneltilmiş bir soruydu, cevap vermesi gerekiyordu. Aniden yüreği ürperdi. Aradığı hazineyi kendi adasında bulmuş bir maceraperest gibi gözleri fal taşı gibi açıldı sanki, bir mucizeye tanıklık ediyordu. Hiç düşünmeden “ben iyiyim!” cevabını verdi. Şaşkınlığını ve hayranlığını ondan gizledi. Ya da o sakladığını zannetmişti. Güldü davetsiz misafir. Tebessümü suratından akmış dışarı çıkmıştı. Hem kendisinin hem de onun duvarlarını yıkıp geçmişti. Bir soru daha sorarak tüm cesur kanlılığını sergilemişti. Kendini onun ayaklarının altında hisseti, bu neydi böyle? İşittiği o yıkıcı ikinci soru “Hiç öyle gözükmüyorsun ama…” oldu. Tüm sıcaklığıyla neşesini ve tebessümünü o “ama” sözcüğüne iliştirmişti. Bir şey diyemedi, verecek bir cevabı yoktu. Davetsiz misafir buna hiç aldırış etmedi ve tüm serin kanlılığıyla onun yanına oturdu. “Yorgunum” dedi sızlayan parmağına bakıp sıvazlayarak. Aniden başını ona çevirdi korkusuzca gözlerinin içine baktı, o kısacık sürede görmüştü onun gözlerinde kendi gözlerini. Eğdi başını tekrar, ses etmedi. Davetsiz misafir tüm soğuk kanlılığıyla tekrar ve tekrar sorular iliştirdi tüm samimiyetiyle. Cesaret bulaşıcıymış, o da ona sordu. Anlattılar hikayelerini. Kah kederlendiler kah gülüştüler. Zamanın hiçbir kıymeti yoktu artık, kelimeler ve zaman bir ırmakta akan kuru yaprak gibi hiçbir şeye aldırış etmeden takılıp kalmadan akıp gitti. Başını bir yastığa koyar gibi koydu onun dizlerine. O zaman anladı işte huzurun ne olduğunu. Nerden bilebilirdi ki bu huzurun bir zaman sonra defalarca kez iğne gibi gırtlağına saplanacağını? Bilemezdi, kim bilir belki de çok iyi biliyordu. Zaten biz insanlar o böyle yapmaz mıyız? Öyleyse ahmaklığına yenik düştü.
Uykusuz güneş mevsiminin bir gününde, sonsuza kadar uzanır gibi görünen el değmemiş bodur yeşilliklerin arasında en güzel ezgiler birbirlerine karışan sesleri olmuştu. Konuşmayı yeni öğrenen bir bebek gibiydiler, akıllarına ilişen her şeyi söylediler, yeni bir şey bulamayana dek. Konuşmak bir yere kadardı artık. Sustular sözlerin yetmediği yerde ve baktılar birbirlerine. Şimdi konuşuyordu gözleri.
Çıktığı yolda sendeledi ve az ötesinde dahada çok sendeledi. Şimdi başı yastıkta yatıyor. Unuttu sanki rotasını. Konuşacak bir şeyleri kalmadı ve hatırladılar rotalarını. Gitmek gerekti artık. Bunun için çıkmıştı, uykusuz güneş mevsiminin en serin saatinde monoton hayatının bir parçasını yerine getirmek için. İçine çekti hayal kırıklığı olduğu doğanın kokusunu. Burnuna başka kokularda geliyordu. Kalktılar ayağa, yine o aynı tebessüm bu sefer nasıl oluyor da acı veriyordu ona. Emdi sızlayan parmağını. Parmağı artık buna aldırış etmiyordu, ayağı da öyle. Tüm vücudu aldırışsızdı acıya. Görüşüz dediler. Rotalarının kesişen noktasında derin bir nefes çekti içerisine, arkasına baktığında çoktan adımlamaya başlamıştı davetsiz misafir. O da adımladı tüm acemiliğiyle. Temposunu arttırdı, rotasını bir an önce bitirmek için. Derin derin acemice soluklar aldı. Bu sefer ciğerlerini yakan uykusuz güneş mevsiminin rüzgarları olmadı. Boynundan kalbine battı defalarca kez iğneler. Durdu ve çömeldi yere. Kim bilebilirdi bunu yaşayacağını. Öylece kalakaldı sonsuza kadar uzanan bodur yeşilliklerin arasında. Ayağa kalkıp devam etmesi gerekiyordu. Öylede yaptı. Koşamadı. Gücü yoktu artık, yürüdü saatlerce aylak adımlarla. Eve vardığında donuk bir yüz ifadesiyle oturdu koltuğa. Gözlerine ilişti kıymetli. Aman Allah’ım! Ne kadar da yavaş ilerliyordu öyle. Bastı kahkahayı bu yaşadığına ve sonra inanılmaz bir ıstırap doldu yüreğine düştü göz kapakları, bir yay gibi gerildi dudakları. Artık biliyordu tiyatronun tüm maskelerini, yaşadı çünkü uykusuz güneş mevsiminin en serin saatlerinde tüm trajedileri. İşte buydu onun en derin macerası.
Kapak Fotoğrafı: Horses Running Candido Portinari1943
Yorum Bırakın