merhabalar, umarım iyisindir.
bugün gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilen, kurgusal olmayan, Christopher McCandless’in etkileyici öyküsüne dayanan İnto The Wild yapıtı hakkında konuşacağız. hazırsan başlıyoruz.
son derece hızlı gelişen büyülü bir hikayenin içindeyiz şimdi. O kadar hızlı gelişiyor ki felsefeciler, kuramcılar bile tanımını yapamıyor, hikayeyi şöyle oturup uzun uzun anlatamıyorlar bizlere. zira yapılan her tanım, hayatımıza giren her kavram neredeyse söze dökülmeden eskiyor, başka bir şeye dönüşüveriyor. insanoğlu hiç durmadan yayılan bir türdür. tarih öncesinde ve tarih boyunca bulunduğu her yeri kendisine tabi kılma konusunda büyük ısrar göstermiş. yok olmamak için çaba göstermesi de, insanoğlunun geliştirdiği modernliğin önemli veçhelerinden biri. yönetmenimiz Sean Penn, bu çerçevede belli bir politik ve sosyal damar üzerinden ilerleyen, mizah dozu yüksek, yaşama dair geçişleri – çatışmaları bu yapımla sinefillerin seyir defterine sıkı bir kalemle işlemiş durumda. öyle ki filmin daha en başında bir George Gordon Byron imzası taşıyan şiirin satırlarıyla seyircisini teklifsiz merhamet ve samimi bir yemek sofrasına çağırıyor. yapım Penn’in kısmen katkılarıyla Jon Krakauer’ın 1996 yılında yayınlanan, Christopher McCandless’ın maceraları üzerine kitabından uyarlanmıştır. bu yapımla Penn’in bilinmeyen yönlerini keşfedebilirsiniz. nitekim gerek görsel gerek yapıma eşlik eden tınılar olsun başarılı bir iş çıkardığını ortaya koyuyor. yapım, “En İyi Kurgu” ve “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar’a aday gösterilmiştir.
1990’larda; McCandless’in (Emile Hirsch) Alaska’ya olan maceralarında yaşanan olayları fon alan öykünün merkezinde, şehir yaşamıyla doğa yaşamını mukayese eden ve henüz 24 yaşında bir kişinin trajik hikayesi yer alıyor. McCandless’in yozlaşmış toplumdan kaçışı bölümler halinde anlatılır. bunlar doğuş, olgunluk çağı gibi başlıklar altında toplanmıştır. McCandless’in her anlattığı bölüm bir nevi bu yapımı izleyen seyircinin içinde, bir yerlerde anılarına sesleniştir. liseden mezun olmuşuzdur, dünya ne de eşi benzeri olan bir yerdir. insanlar, aile, her geçen gün geçtiğimiz sokaklar ne anlamsızlaşmıştır. daima elindekinin fazlasını isteyen insanların ise gün geçtikçe artması cabası. tüm bunların yanında üniversiteye başlamışızdır, bir dört yıl daha bu acımazsız dünyanın ev sahipliğine müteşekkir kalmış gibi rol yapıp, onun himayesinden kurtulmak için sıraya çoktan girmişizdir. üniversite biter. dünya cephemizden bu zamana kadarki en çarpıcı sillesini yer. artık çıkmışızdır yola. karınca modernliğin karşısında düşünümsel modernliğin çarpışmasıdır bu. film tüm bunları yaparken aşırı iyimser bir üslupla iletiyor mesajlarını.
neyse tüm bunları bir tarafa bırakıp yapımın içeriğine geri dönelim. Chris, üniversiteden mezun olduktan sonra sürekli düşünülen ama asla gerçekleştirilemeyen bir eylemi gerçekleştiriyor. birikim fonundaki tüm parayı bağışladıktan sonra tek başına muhteşem bir serüvene atılıyor. Alaska’ya gidip doğada tek başına yaşamak için çıktığı bu serüvende ona eşlik eden en kıymetli eşyaları kitapları.
Chris’in bu yolculuğa çıkma sebepleri ve dünya görüşü filmin kilit noktalarını oluşturuyor. ailesi yönünden şanssız ve şanslı diyebileceğimiz bir kişi. ailesi gayet varlıklı ve istediği her şeye neredeyse ona sunabilecek insanlar ancak ailenin sırları onu tüm her şeyden soğutuyor. ve ayrıca baskıcı diyebileceğimiz bir baba figürü yer alıyor. ailesinin istediği gibi üniversiteden mezun oluyor ancak buradan sonrasını devam ettirmek yerine kendi istediği gibi yaşamayı seçerek, vahşi doğada Alaska’da yaşamayı seçiyor. seçtiği bu yaşama kendisine yeni bir isim koyarak başlıyor. o artık, Alexander Supertramp.
Chris’in yolculuğu sadece Alaska değil, oraya gidene kadar başından geçen tüm her şey hem gerçekten yaşanmış bu hikayeyi etkileyici kılıyor hem de daha bir anlamlı oluyor. Chris, yolda çeşitli insanlarla tanışıyor ve onlarla kısa süreli bazı şeyler paylaşıyor. böylece serüven boyunca birçok karakterin hikayesine tanıklık ediyoruz.
bana sorarsanız Chris’in yaptığı şeylerin elbette bir anlamı var. güç, para ve modern insanın modern yaşamının getirdiği hiçbir şey onun için önemli değil. kendisi sevgi eksikliği çeken bir genç ve bunun kaynağı elbette ailesi ve çevresi. varlıklı bir aileden geliyor olmasına rağmen elinde bulundurduğu güç ve paranın kendisi için hiçbir şey ifade edememesi belki de onun içinde bir sorundu. ancak hayatın anlamını ya da hayatı yaşamanın nasıl değerli bir şey olacağı sorusu daha önemliydi.
kendini ve mutluluğu aradığı bu yolculuğun son kısmında Alaska’ya uğrayacak. filmin vahşi doğada hayatta kalma kısmını ilgilendiren bu son sahnede insanların yalnızlığıyla ilgili harika gösterimler mevcut. yalnızlığı zaten bu yolculuğa çıkarak kendisinin seçtiği aşikar bir şey. mutlu olma kısmına gelirsek, Chris’in Alaska’da aslında mutlu olduğunu görebiliyoruz ama bu mutluluk elbette sonsuza kadar sürmüyor. bana kalırsa filmin son bölümünden önce aradığı zaten bulmuştu ve Alaska’ya da mutlu olarak gitmişti. Alaska’ya giderken doğru dürüst hazırlanmadığını biliyoruz ve bunu kendisinin seçip seçmediği biraz karışık. bu serüvenin son haresi olan Alaska için filmde bazı küçük denemeler yapmıştı, tırmanış gibi. ancak erzak yönünden yanında sadece doğru hatırlıyorsam 5 kilo pirinç ve birkaç şey daha almıştı. ek olarak, son otostop çektiğinde kendisini oraya bırakan kişinin dediklerine göre, Alaska şartlarına uygun değildi. hatta adam ona bir çizme vermişti.
yani Chris, kıyafet olarak, erzak olarak kesinlikle Alaska’da vahşi doğada hayatta kalmak için hazırlanmamıştı. ama hikayesinde, kendini arama ve mutluluğu bulma kısmında aslında Alaska için hazırlanıyordu yani en azından ruhen. hayatındaki mutsuzluğa, ailevi sorunlarına karşı kendisini bu yolculukla ifade ediyordu.
Chris’in yanına aldığı kitaplarda Alaska üzerine okumalar yapmanın yanı sıra Jack London okuduğunu da görüyoruz. bu muhteşem yazarın da kendisine bir şekilde ilham verdiği zaten açık. hatta filmde “Vahşetin Çağrısı” kitabını okurken kendisini görüyoruz.
Chris’i çağıran vahşi doğa kendisine muhteşem bir hoşgörüyle yaklaşacak değildi ve öyle de oldu. Alaska’da kaldığı 4 ay boyunca yalnızlığı ve mutluluğu üzerine düşünürsek, Christopher gerçekte de bu yolculuğu bitirmek istemiş ancak yapamamıştı. filmde de bunu görüyoruz zaten. yeteri kadar bilgisinin olmaması, cesareti ve zekasıyla çıktığı bu yolculuktan dönmesine maalesef engel oldu...
“bugün çok iyi vakit geçiriyoruz. yarını düşünmeye gerek yok!” kıvamında yapım üzerine melankolik varoluşçuluğun izlerini sürebiliriz. Chris’in kendince ürettiği bu felsefi düşünsel yapı onun dünya görüşünün sinemasındaki temel harcıdır. üstelik buna filmin her karesinde rastlamak mümkün. zira öylesine ayrıksı bir görüşü filmde bu denli ince zerk etmek, ona uygun atmosferi aynı üslupta kurmak her baba yiğidin harcı değil..
analizi Chris'in küçük fotoğraf makinası aracılığıyla ve kendi çabalarıyla çektiği bitiriyorum.
okuduğun için teşekkür ederim. sağlıcakla kal, sevgiyle kal okur'um 🙌🏼
Eline emeğine sağlık kardeşim. Filmi izlemedim lakin izlemiş gibi oldum. Çok başarılı. Filmi izlerken filmin içine bi nebze olsun kaçmak normaldir ve alışılmıştır fakat film eleştirisinde filmin içinde konuk olmak ancak usta elinden çıkmış eleştiriler ile mümkündür bana bu duyguyu tattırdığın için teşekkür ederim.