Hayatta başımıza her ne gelirse gelsin, o şeyin işaretlere teşebbüsü vasıtasıyla da birlikte muhakkak bir mesaj verme amacı gütmesi beklenilebilir. Bu dilerseniz inancın istikametinde yaşamakta olan birisinin bakış açısıyla olsun, dilerseniz de oldukça realist ve nefes almada dahi hakikatten asla taviz vermeksizin bir hayat tarzı benimsemiş birisinin bakış açısıyla olsun; en nihayetinde, kader yahut hakikat; alın yazısı yahut neden-sonuç; etme-bulma ya da doğanın hakkaniyeti... İsmine siz karar verin, ben de başımdan geçen bir olayla bunu ifade etmeye çalışayım.
ÖSYM’nin bizlere-bizlerden kastettiğimse yeteri kadar olmasa da öğretmenlik vasıflarını taşımada mücadele eden birisi olarak-tanımış olduğu sınavlarda gözetmen olma hakkı; ya da daha doğru bir ifadeyle “MEB’e göre ben düşük bir ücret veriyorum, ama yine de o kadar çok talep var ki ya gelirsin ya da gelmezsin, sen bilirsin” tarzıyla bizlere sunmuş olduğu sınav gözetmenlik hakkı eylemince görevlendirme aldım. İlk bakışta bunun birkaç tecrübemden bir tanesi daha olduğunu düşünsem de sınavda gözetmenlik yapacağım yerin olağanüstülüğü buradaki sıradanlığa kocaman bir şerh düşürdü. Sınavında gözetmeni olduğum yer cezaeviydi. Evet, kesinlikle cezaevi. Tam bu noktada yazacaklarım adına uyarmam gerekirse şayet, en ufak bir mesaj verme ya da o minvalde bir amaç gütmemekteyim. Zaten başta da belirtmiştim, mesajımı bir nevi orada vermiştim yani anlayacağınız; bu yüzden bundan sonrası yalnızca bir tecrübe, mesaj ise hemen yukarıda. Her neyse, anlaşılacağı üzere bir sınav gözetmenlik görevi tarafıma tebliğ edildi. Mesken E Tipi Açık-Kapalı hüviyetinde bir cezaevi. Ve sınav da üniversiteye giriş sınavı. Hiçbir tarafında bir tuhaflık zerre söz konusu değil. Ne burada ne de birazdan içeriğine kadar detaylandıracağım tecrübemde. İmasında dahi bulunmadım, hiçbir detayda abartı yahut hafifletici bir üslup da tercih etmedim. Olan ne ise onu yazdım; unuttuğum ve sonrasında hatırlayacağım ne varsa da güncelleme yapıp ekleyeceğimi düşünüyorum.
Evvela “E Tipi” hususiyeti hakkında malumat vermem gerekirse, ağır suçlar işlemişlerin tutulduğu yer diyebilirim. Bunu elbette daha evvelinde bilmiyordum, sınavın tebliğinden hemen akabinde öğrendim. Tam o esnada da korkmadığım söylenemez. Duygu durumlarım adına hemen analize geçmek istemiyorum ama, o detayı da saklamak istemedim. Zira bazı ilk anların hemen ilk duyguları bütüne referans olabiliyor. Hep değil, ama hiç değil de değil. Velhasıl, sınav gözetmenlik günü ve saati geldiğinde motorumla meskene sürdüm. Otoparkına-aslında avukatlar otoparkı yazıyordu tabelada-park edip içeri alımların son 4 dakikasına kalmadan girdim. Üst-baş araması “rutin bir sınav evveli gibi değildir” dedim içimden. Bir cezaevi girişi nasılsa-bildiğime dair en ufak bir ima dahi yok-muhtemelen öyledir diye düşündüm. Ve yanılmamıştım. Zira hem ilk girişte arandım, eşyalarımı terk ettim. Hem de içeride ayrıca bir arandım, dikkatle süzüldüm. Hummalı bir girişti, kesinlikle anlayışla karşıladım.
İlk günün görevlendirmesi “yedek öğretmen” niteliğindeydi. Yani bir görevlendirme ilk başta yoktu, sınav esnasında olması muhtemel olağanüstülüklere karşın hazır bekletilen kişi konumundaydım. Bariz bir yedektim yani anlayacağınız. Bu yüzden, diğer gözetmeni olduğum sınavların birisinde olduğum gibi bunda da kütüphanede görevimi ifa ettim. Herhangi bir olağanüstülük gerçekleşmedi, başından sonuna-aralarda çok oturmaktan ayaklarım ağrıdığı için koridorda yürümek zorunda kaldım-yalnızca bekleyerek geçti. Dışarıdan görünen hiçbir şeyin olmadığı yönünde olabilir; ama o “hiç” dediğimiz şeyin içerisinde sanılanın bilhassa aksinde tam da “her şey” vardı. Çünkü bilhassa ilk günkü görevlendirmem üzerinden yazmayı düşünüyorum. Ki bunun nedenini, birazdan vereceğim detaylarla anlayabilirsiniz. Garip olan şu ki, kütüphanede beklemekte olduğum vakitlerce oradayken kâğıda da bir şeyler yazmıştım. Yazma hususu hakkında başlı başına bir şeyler düşünüyorum zaten, ayrıca ona da tenezzül edebilirim ileride.
Normal bir sınav binası olmadığı için-normal olmamasından kastım, herhangi bir eğitim kurumu dışında olması hakkında- itinayla çay ikramı mevcuttu. Bundan hemen evvelki yedek öğretmen gözetmenliğinde okulda çay kazanı kapalıydı, yasak olduğu için. Ama dedim ya, “normal” olmayan bir sınav hüviyeti, işte daha en başından müspetti bu. Çay çok güzeldi bu arada, onu da es geçmeyim dedim. Onun dışında, oradayken çokça şeyi düşünme vaktine sahip oldum. Aslına bakarsanız bu son cümleyi yazarken biraz utandım. Yani, orada bunu düşünürken dahi utanmıştım hatta. Zira “zaman”; sahip olup da aslında asla sahip olamadığımız, dünyanın en fiyatı olmayıp da ve hem sınıf ayırmaksızın herkese ait olup aslında yine sınıf ayırmaksızın hiç kimseye de ait olmayan şey. İnanılması ve anlaması güç bir vasıf. İzah etmede çoğu kelimeyle de bile bunu başaramamanın verdiği çaresizlik. Ve en can alıcı şey ise, hem içinde olup bir o kadar da dışarıda tutuluşumuzun bizlerde hissettirdiği acziyetlik. Zira sınav müddetince orada bulunduğum her anı, oradaki insanların orada bulunmalarını gerektirecek eylemlerin ne olduğuna dair sürekli soru sorup durmamla geçirdim. Ayrıca “zaman” hakkında, onun mefhum bakımından aslında bizim mi ona yahut onun mu bize sahip olup olmadığını epey bir sorguladım. Anlayacağınız çok şeyi sordum, sorguladım, ve her defasında da tek bir olgu hakimdi kafamın içindeki meskene; zaman. Çünkü düşünsenize, gerçekten de öyle değil mi; zaman, sahip olamadığımız, aynı zamanda da sürekli mücadelesini ettiğimiz şeyin ta kendisi değil mi? Bunu hayatımızın her bir kulvar yahut anına indirgeyebilirsiniz. Sonuçta yine husus “zaman” olgusunun etrafında yahut merkezinde şekilleniyor. Karar verici kim olursa olsun, kararı veya amacı da her ne olursa olsun hiçbir “şey” zamandan azade düşünülemez. Buna mukabil, orada mevcut bulunduğum süre boyunca “volta” atmanın ne olduğu hakkında; cezaevi infaz koruma memurlarının ihtiva ettikleri görev ve sorumlulukları hakkında; görevlisi olduğum cezaevi ile tam karşısında bulunan Bursa’nın en zengin ve nezih yaşam alanının-Balat- ikisi arasında, o hayatın cilvesi konumundaki tezatlığı hakkında... Ve daha nice sorularla da birlikte, kafamın içinde çok defa münazara yaptım. Tüm o zaman diliminde buna ne engel olabildim ne de zaten engel olmak istedim. Zaman madem kontrol edemediğimdi, ben de ilk kez bunu bilerek ona boyun eğmeyi tercih ettim.
Bir koridor vardı mesela; kütüphane katında bulunan, tam aşağımızdaki koğuşlarından çıkıp gökyüzünü görebildikleri tek avlularına olan çıkışlarının hemen üstünde. Bulunduğum koridorda avluları çok bariz görebiliyordu pencereler; avluları-bir tanesi yaşlılara bilhassa tanınmış olandı-, onlara ait olan iplerdeki çamaşırlarını, onların yaşamlarıyla tamamıyla zıt bir yaşamın silüeti olan Balat’ın tamamını, volta atarlarken salladıkları tespihleri-bir tanesininki sarı ve inanılmaz kocamandı- ve daha birçok başka detayı çok net bir şekilde görebiliyordum. Ama bu esnada sorguladıklarım yalnızca orası yahut gördüklerim ya da duyduklarım hakkında değildi. Kendimle de ilgili sorgulamalarda bulundum çok defa. Çok defa endişelendim, pişman oldum, ümitsizliğe düştüm, acıdım, merhamet ettim ve bütün bunları aynı zamanda diledim de. Düşünsenize, bulunduğunuz konumdan 6 adım kuzeye ve 4 adım batıya hareket edip eyleminizi sonlandıran en az 20 metrelik duvarların hakimiyetleri arasında gökyüzünü görüp özgürlüğü ne kadar tahayyül edebilirsiniz ki. Bu asla bir soru değildi bu arada, üzgünüm. Lütfen yanlış anlaşılmasın, tam burada onların orada yaşamalarının nedenlerini bilmeksizin onlara merhamet ettiğim düşünülmesin. Yaptıklarının hakkaniyeti budur muhakkak. Ama üzgünüm, zamanın bunca kudreti karşısında aciz oluşumuzdan. Onlar cezaevinde 6 ve 4 adımla ona boyun eğiyorlardı evet; peki ya biz? Bizim duvarlarımızın görünmez olması, tutsak olmadığımız anlamına gelmiyor. Zamana kimse isyan edemez. Onunla kimse savaşamaz. Onu kimse satın alamaz. Onu kimse göremez, duyamaz, bilemez... O muktedir olan taraf; bizse onu yakalayamayacağını bildiği/bilmediği halde kovalayan...
En nihayetinde, görevini ifa ettiğim cezaevinden çıkışım ve ikinci günün şafağına varışımla olan o arada çok kez yazdım. Çok kez yazdım ve çok kez sildim. Sonunda hepsini bir defada tamamen sildim. Şimdi ise bunları ilk kez yazıyorum. Ama duygularımı o esnada hissettiklerimden zinhar ayırt edemiyorum. Zira insanın bazı tecrübe ve teşebbüsleri vardır ki, sonsuza dek ilk hissi ve duygusu da bilhassa sonsuzdur. Bunu yukarıda belirtmiştim. Tekrara düştüğüm için çok üzgünüm. Bu yüzden benden bu yazıya dair ki son imza; zamanla savaşmanın bedelini bir tek zaman ödemez; onun dışında bedel ödeyen bir tek biz varızdır, ve biz haricindeki diğer hiçbir şey de mühim değildir.
Yorum Bırakın