Uzun zamandır nefes alırsınız, ama bir kez olsun onun kesilişine müdahale edemezsiniz; daima gözlerinizi kırparsınız, ama bir anlığına da olsa duraksar ve asla hareket ettiremezsiniz; ve en başından beri yaşadığınızı zannedersiniz, ama o anlık ölümün ta kendisi oluverirsiniz. Film bittiğinde ve hareket edemediğim o 4 dakikalık vakitte bunları düşündüm. Dahası da vardı elbette. Bu yüzden buradayız, kimseyi kandırmayalım.
Oppenheimer yalnızca tarihi bir kişilik yahut isminden temin edilen bir Nolan filmi değil benim için. Şahsiyeti bünyesinde barındırdığı tüm duygu durum boşlukları olsun, tarihe mâl olma hususunda eksik parça olmaksızın bütünüyle bir ders insanı olsun, ilişkileri ve tercihleriyle yaşadığı hayata hem hapsolmuş hem de o hayatla erişilemez bir konuma yükselmiş emsalsiz bir kişilik olsun; o benim için müdahil anlamında, hayatına dokunmadık insan bırakmayacak olandır. O, yalnızca filmiyle de değil; şiire duyduğu hayranlık ve ilham alıcılığıyla dahi dikkat edilesidir. Kişi üzerinde epey bir durmuş olacağım aslında, filmle ilgili yazdıkça. Bu yüzden bu girizgâh özelinde belirtmeliyim ki film, uyandırmış olduğu duygularımla da birlikte vücut buluyor bu satırlarda.
Nolan... Anlayacağınız, yine yaptı yapacağını. Bu hissiyatın bir benzeri yahut yakını en son İnterstellar’da idi. O filminde de durmaksızın ilerleyen bir kompozisyon, bilhassa diyalogların içeriğinde saklı olan “insan, kutsallık, sadakat, sebat, merhamet...” gibi mefhum bakımından özellikle de şu vakit insanının tam manasıyla hatırlayamadığı en sahici hakikatleri hatırlatıcı, ve en mühimi de izleyicinin barındırdığı o anki ruh hali ne olursa olsun, örgünün içine alıp film bittiğinde dahi günlerce, hatta aylarca çıkarmayışının en benzersiz tecrübesini sunması; izlediğin yalnızca bir film değil de sanki her şeymiş gibi geliyor o anda insana. Şahıs üzerinden devam etmem gerekirse, kişinin ihtiva etmiş olduğu, yani Oppenheimer’ın sahip olduğu özellikleri hakkında birkaç şey yazmam gerekirse; mesela projesindeki bombanın test ismine “Trinity”, yani John Donne’nın Kutsal Soneler’in XIV. kısmında geçen ismi vermesi üzerinden devam edebiliriz. Bahsetmiştim ya, ilham aldığı şiirler vardı; bu öyle mühim bir yazar ki, özellikle de hastalandıktan sonra yazdıkları daha da ölümle ilgili olmuştur. Karısı öldükten sonra yazdıkları ile kendi ölümünden hemen evvelki yazdıkları arasında ölüme, Tanrı’ya ve onun inayetine atfettiği onca şiirlerinden ilham alması, Oppenheimer’ı daha da dikkat edilesi kılıyor. Yalnızca projeye ismini vermedi; bomba hasabiyle nedeni olduklarının nezaretinde, Donne’nin her bir mısrasında yankılanan ölümün sesine hep katlanmak zorunda kaldı. Ve Nolan da bunu inanılmaz bir şekilde verdi. Perdenin her bir anında, gürültünün her ihtişamlı vaktinde, film bittiğinde dahi tüm o senfoninin yukarı yükselişinde ölüme dair tüm duyguları neredeyse hissettirdi. Tüyleri ürpermeyenin sağlık sorunları vardı muhtemelen; ya da ölümü çoktan meydana gelmiştir o kişinin, muhtemelen.
Bahsetmek istediğim şiirlerin birisinde, öylesine bir kısım vardı ki... Yaşayan birisini neredeyse ölümle burun buruna getirecek türden bir hissiyatı barındıran; insanı, özellikle de tecrübeleriyle bir anda baş başa bırakıp tüm pişmanlığını “ölüm” ün tahakkümünde onun karşısına çıkaran; intikam, kin ve mütekabiliyet gibi sahibine tüm kutsiyetini unutturan cisten duyguları ihtiva eden şiirlerden yalnızca bir kısım;
“Kısa bir uykudan sonra, sonsuzluğa uyandığımız gün
Ölüm kalmayacak artık; sen öleceksin ey ölüm.” -Edebiyat Dergisi, Yıl:2006, Sayı;15, s.163
Bu, filmin birçok sahnesinden yola çıkarak ilerlediğim patikada, John Dunne’nin şiirlerinden birisinin çevirisine rastladığım kısım. Filmin esnasında, sonrasında ve şimdi, muhtemelen bundan da sonra halen hissedecek olduğum duyguların kesintisizliğini borçlu olduğum yer. Hem en geçmişime gitmekteyim, hem de şu andayım; film esnasında olabildiğince intikam duygusuyla haşır neşirim; ama bir o kadar da merhametsiz dünyanın bağrında, merhametin ta kendisiyim.
Bu duygu durumlarımın karmaşıklığı muhtemelen bir süre daha devam edecek. Ama sorsalar şu an için en net hissettiğin duygu nedir diye, kin derdim. Zira bu defa filmin tam da bir sahnesinde, Oppenheimer’ın maruz kaldığı suçlamalara karşı kendisini savunmayışına binaen karısının ona ikazda bulunduğu sahnede söylediği; “İyi bir kindar, aziz kadar sabırlıdır” kısmı olağanüstüydü. Bu öyle bir sekanstı ki, şu an dahi yazarken heyecanlıyım. Zira bunun bende uyandırmış olduğu yüksek dozdaki hassasiyet, yalnızca tecrübemle sınırlı değil. Bilhassa tecrübemle de birlikte doğruluğu, vaktin bir anında bunun tecellisine dair ki halen devam etmekte olan umudumun son vakitlerdeki başlayan kanamasına merhem oluşuyla da ilgili aynı zamanda. Bu, önüne geçilemez olan adaletin mutlak nihayetine bir göz kırpmadır. Bu, vaktin iki anında da tesadüf ettiğim, yaşamım müddetince de bir kere daha zinhar yaşayamayacağım anların merhametten azade oluşuna delalettir.
Merhametim tecrübelidir; kinim ise, diri.
Yorum Bırakın