Her sabah uyanıp, balkonundaki fesleğenlerin kokusunu içine çekerek güne başlamak vazgeçilmezlerinden olmuştu. Mümkün olan en güzel başlangıç buydu. Tam bu sırada, gökyüzü dikkatini çekmişti. Pastelle boyanmışcasına griydi. Günlerden pazar olmasına karşın, havanın bu şekilde olması üzücü olabilirdi fakat aylardan Kasım olduğunu düşününce gökyüzünden yağmur damlalarının yarışırcasına yeryüzüne düştüğünü görmemek onu avuttu. Prens adalarının en büyüğü olan Büyükada'da yaşıyordu. Mevsimi anımsayınca, ağaçların yapraklarını savuran rüzgar doğaldı. Sabah klasiğine uygun şekilde balkondaki asma salıncağına oturarak bir sigara yaktı ve denize daldı. Bugün, sanat okulundan eski öğrencisi Eylül'ün daveti üzerine İzmitte'ki bir sanat evinde dinletiye katılacaktı. Sigarasını çini şeklindeki küllüğe basıp odasına yöneldi. Böyle havalarda, insanların aksine cıvıl cıvıl giyinmek ilkelerindendi. Bahar adadan gitse de onun içinden hiç gitmiyordu. Dolabını açtığında yeşil hırkası gözüne çarptı. Genelde olduğu gibi hırkasının içine beyaz gömleğini giymeye karar verdi ve Takı çekmecesine yöneldi. 12 yıl önce vefat eden eşinin ona hediye ettiği kolyeye gitti eli. Küpelerini ve yüzüklerini taktı. Dün sürdüğü vişne çürüğünü andıran ojesi yüzüklerini daha da zarif gösteriyordu. Ardından aynasına doğru adımladı. Hafif bir makyaj yapıp kestane rengi saçlarını taradıktan sonra saçını topladı. Nihayet evden çıkmaya hazırdı. Dinleti 19.00'da başlayacaktı. Dinleti başlamadan evvel Joven adlı pastanede Eylül'le buluşacak ve sonrasında Arzen Sanat Evi'ne geçecekti. Evden küçük adımlarla ayrılarak iskeleye yöneldi. Vapurla Bostancı'ya gidecek ve Hızlı trene binerek İzmit yolculuğuna başlayacaktı. Biletini cam kenarından almıştı. Körfez'in maviliğiyle kol kola İzmit'e doğru yaklaşıyordu. Trenden indiğinde İzmit'in puslu ve sisli havası yüzüne çarpmıştı. İvedilikle bir taksiye binip Joven'e doğru yola çıktı. Taksiden indiğinde Joven'in kapısındaydı. Yürüyüş yolunun meşhur kuşları bugün bir hayli sessizdi. Pastaneye yöneldiğinde girişte sağlı sollu konumlandırılmış boy aynaları 70'li yaşlarına geldiğini vurdu yüzüne. Bir hafta önce 70. yaşına merhaba demişti. Pastanenin içine girdiğinde loş ışıklar tarafından karşılandı. Etrafı süzdükten sonra sessiz bir köşedeki masa dikkatini çekti ve oraya yöneldi. Oturduğunda masanın hemen yanındaki camda, yağmur damlaları birer birer aşağıya doğru süzülüyordu. Ne sipariş edeceğini bir an bile düşünmedi. Böyle bir anda ancak ve ancak ıhlamur çayı içebilirdi. Siparişini garsona iletmesiyle saatini kontrol etmesi bir oldu. Gözlerini kapıya doğru çevirdi. Eylül'ü göremeyince çantasındaki dergiyi masanın üzerine bıraktı. Dergiye odaklandığında kapaktaki cümle dikkatini çekti. 'Tuhaf, sana da öyle gelmiyor mu?'. Cümlenin bitimiyle kendini düşüncelerinin kollarına bırakmıştı ki ıhlamur kokusu burnuna değene dek. Garson bardağı dergisinin hemen soluna bıraktı. Üstünden buharların uçuştuğu porselen bardağı uzun parmaklarıyla kavrayıp ağzına götürdü. Bu sırada Eylül'ün kapıdan içeriye girdiğini gördü. Yılların getirdikleri ve götürdüklerine rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Uzun uzun konuştular. Genç Eylül'ün heyecanı yüzünden okunabiliyordu. Dinleti için sabırsızlanırken, Atiye Hanım'a baktığında gözlerinin içi gülüyordu. İçlerini ısıtan çaylarını ve sohbetlerini bitirdikten sonra Arzen'e geçmek için harekete geçtiler. Atiye Hanım yüzünü binaya çevirdi. Binanın ortasına dek uzanmış sarmaşıklar atmosferi otantikleştiriyordu. Henüz girmemelerine rağmen eski'nin kokusu etrafı sarmıştı bile. Binanın alt katında 3 oda bulunmaktaydı. Bir oda müzik aletlerine, bir oda tablolara, bir oda da kitaplara ayrılmıştı. Girişin solundaki, itinayla zımparalanıp cilalanmış tahta merdivenler ise üst kattaki dinleti salonuna ulaşıyordu. Tahtaların gıcırtısı kulaklarını gıdıkladıkça eskiye olan özlemi artıyordu Atiye Hanım'ın. Eylül eliyle sahneye buyur etti. Sahneye adımını attığında 20-30 kişilik bir grup meraklı gözlerle sahnedeki eski masaya ulaşmasını izledi. Masaya oturduğunda, meraklı gözlere dönerek merhaba dedi. Çantasından çıkardığı kurşun kalemi saçını topladığı tokayla yer değiştirdi. Konuşmaya başlamak üzereyken, beyninin çarklarında 'Tuhaf, sana da öyle gelmiyor mu?' sorusu dönüyordu. Soru diline döküldüğünde, bir hedef tahtasıymış gibi tüm gözler ona çevrildi.
Yorum Bırakın