Yaşam, hayatın anlamı, dostluk, ölüm, rüyalar, tanrı… Günümüzden yaklaşık beş bin yıl önce, “kentli” Gılgamış ve “vahşi” Enkidu bunları düşünüyor, sorguluyordu.
Yolculuk uzundu, her anında “kaygı”ya gebeydi. “Kaygı” şimdiki gibi değildi, o zaman kaygı, bir canavardı. Bu canavar, Humbaba’ydı.
Yedi mantolu Humbaba, hazır altısını çıkarmışken, saldırılmalıydı ona, yok edilmeliydi ağzından alevler fışkıran o canavar. Böylece yola düştü Gılgamış ve onun için yaratılmış Enkidu.
Canavarın üstesinden gelinirdi, peki savaşta açılan yaranın? Onu iyileştiren bir bitki de vardı elbet, denizin en derin katında. Bu dikenli bitki bulunmalı, bir an evvel kavuşulmalıydı şifasına. Oysa Gılgamış, önce bir başkasına yedirmek istedi faydasını denemek için bitkinin. Öyle çok zaman geçti ki, bir yılan alıp kaçtı onu. Sular yükseldi.
Dağları aştı Gılgamış sonra tek başına, gemi yapan, tufandan sağ çıkan Utnapiştim’den ölümsüzlük sırrını almaya. Duvardaki yedi çentik, altısı küflenen yedi somun… Altı gün uyudu Gılgamış, Utnapiştim ve karısının yanında. Yedi gün bile uyuyamadan duramadı ki, Utnapiştim ona versin bu sırrı.
Gılgamış, yolda öğrendi cesareti. Yazgının ona bağışladığı üçte iki tanrı, üçte bir olan insanlığını anladı yolda.
“Ölümsüz bir kölesi olmaktansa tanrıların
onuruyla yaşayan bir ölümlü olmak daha güzel,
daha anlamlı.
Özgürlük, daha anlamlı, köle olmaktan.”*
Savaşa giderken tanrıydı Gılgamış, dönerken insan kral.
Eylül Salman
Kapaktaki Çizim: Mustafa Delioğlu
(*): Gılgamış Destanı, Bilgin Adalı, YKY Yayınları
Yorum Bırakın