İnsan önce kendi dışından başladı, her şeyi değiştirecek o gücü araştırdı, yanılgılar içinde gezinip durdu, fakat diğer yandan, daima kendine dönmenin yollarını aradı. Bir döngünün ortasında değişmek, dönüşmek ve hep aynı yerde olmak hem zor hem de mecburiydi sanki.
Bu hep böyleydi, değişimden döngüye…
Stoa anlayışı, yaşamın yalnız kontrol edilebilen kısmına odaklandı, gerisini olduğu gibi kabul etti. Her şeyin kendisine döneceğini bildiğimiz yaratıcının çizdiği bir yol muydu bu? Biz olduk, adına kader dedik.
Döngü devam etti.
Stoacıların ardından Herakleitos bir ateş yaktı, her şey akar- her şey değişir, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diyerek! Üzerine çok söz söylendi, sanki hep yeni bir şeymişcesine yinelenen sözcüklerle.. Sözcüklere tutunarak anlamları hep yeniden keşfettiğimizi düşündük, belki anlam, içinde bulunduğumuz duruma göre değişen şeydi. Her şey gibi onun da kaypaklığı vardı biraz.
Gel gelelim, modern zamanların kaypaklığı, hiçbir şeyle kıyaslanamayacağını hissettirdi.
Değişkenliğinden yakındığımız her şeye sonunda yakalandık, kaypaklık kendini tekrar etti; böylece hiçbir şey değişmedi. Kapana kısıldık.

Nietzsche her şeyin kendi etrafındaki dönüşünü tanımlamaya cesaret etti. Bengi dönüşten bahsederken, kendi kuyruğunu kovalayan yılanı hep biliyor gibiydi, diyordu ki; hayat ve zaman sonsuz bir tekrardan ibarettir. İnsan ne zaman yaşamının tekrarlardan ve sonsuz döngüden ibaret olduğunu evetlerse, bunu ne zaman kabul ederse işte o zaman özgürleşir.
Çok zordur yaşama uzaktan bakıp, döngünün farkına varmak, her şeyin tekrar söyleneceğini, tekrar yapılacağını, zamanın, doğumun ve ölümün kendini tekrarlayacağını görüp, hala orada olmak.
Bu yüzden zoru aşabilmek, özgürlüğe kavuşabilmek için bizi döngüye mahkum eden tanrı fikrini ortadan kaldırmak gerektiğini düşündü Nietzsche.
Alışık olduğumuz inanç tuğlaları yıkılacaktı bir bir, yerine başkaları koyulana dek.
Mühim olan başkasının koyduğu inanç tuğlalarını kırmak, yerine kendininkileri koymaktı.
Yalnızca inandığımız değil, tanrılaştırdığımız düşüncelerimiz de vardı, adına erdemlerimiz dediğimiz putlarımız, bir de çok değerli değerlerimiz… Değerlerimizin, bizi biz yaptığını sandık, nereden bulduk da aldık onları? Önce hepsinin yıkılması gerekiyordu düşüncenin ipinin kopması için…

Öyle sıkı tuttuk ki o ipi, salıverecek halimiz yoktu.
Bir yıkım gerekliydi ve yeniden inşaa süreci başlatılmalıydı, sıfırdan hiç duyulmamış bir ezgi bestelenmeliydi, belki adına iyilik dediğimiz şeyin anlamını da sadece kendimiz inşaa edebilirdik, bireysel bir inşaa, bireysel bir anlam. Toplumsal anlayışı çürütmede oldukça başarıyla kullanılan tüm değerlerin dışında, bireysel bir davranış ama evrensel bir anlayış inşaası…
Yoksa hiçbir anlamı yok muydu tek başına bu çığırtkanlığın? Sonsuz döngü içinde, döngüselliği sağlayan o önemsiz parçalardan biri kopsa, hiçbir şeyin bozulacağı ve rayından çıkacağı da yok muydu???
Siz söyleyin.
Yorum Bırakın