Wildfell Hall'un Kiracısı - Anne Brontë

Wildfell Hall'un Kiracısı - Anne Brontë
  • 4
    0
    2
    1
  •  

    Geçtiğimiz senelerde Jane Eyre  ve Uğultulu Tepeler’i  okumam vesilesiyle Charlotte Brontë ve Emily Brontë ile tanışma şerefine erişmiştim. Mükemmel eserleri hâlâ hafızamda, bazı detayları eksik tabii. Kardeşleri Anne Brontë ile de henüz tanışabildim. Fakat ablaları kadar okunmaması beni çok şaşırttı öncelikle. Çünkü şu an kitaplığımda İngiliz edebiyatının en muhteşem klasiklerinden biri var: Wildfell Hall’un Kiracısı.  Yazarın ikinci ve son romanı. İlk romanı da Agnes Grey;  onu da çok merak ediyorum artık. 

     

     

    Belki daha da geç tanışabilirdim Anne  ile… Kitaplığımın önünde sabırsız bir arayış halinde okumak için kitap seçmeye çalışırken eşim eline Wildfell Hall’un Kiracısı’nı  alıp arka kapağına hızlıca bir göz gezdirdikten sonra bana verdi ve ‘’Konusu güzel bir şeylere değiniyor, hoşuna gidebilir,’’ dedi ve onun sezgilerine güvenerek bu klasiğe başlamak için bir adım atmış oldum. Evet, bazen okunacak birçok kitap varken bile seçim yapamam; ama belki de çok olduğu içindir. 

     

    Bu aralar elinizden bırakamadan bir dünya klasiği okumak istiyorsanız Wildfell Hall’un Kiracısı  tam da aradığınız bir kitap olabilir. Beni birçok yönden tatmin etti, verdiği edebi zevk ise paha biçilemez. 

     

    İngiltere’nin Victoria Dönemi’nde yaşanıyor olaylar. Özellikle kadınlar için çok zorlu, çok karanlık zamanlardı. Kadın haklarının varlığı söz konusu bile değildi, ya da varsa bile pek cılızdı bu haklar. Böyle korkunç bir dönemde bu eserin kaleme alınabilmesi, yayımlanması, okunması mucize doğrusu. İşte, Anne Brontë  de okunmayacağını düşünerekten önlemini alıyor; erkek bir yazarmış gibi davranıyor. Acton Bell  ismini tercih etmesi keyfi değil, mecburiyetten yani. Fakat bir erkekmiş gibi hareket etse bile eserin teması yüzünden şimşekleri üzerine çekecektir. 

    Kitaba başladığım sıralarda anlatıcının erkek bir karakter olduğunu fark ettim, değişik bir tercih olmuş bu arada. Ne demek yani kadın bakış açısı göremeyecek miyiz diye sorarsanız eğer güzel bir sürpriz sizleri bekliyor! Neden genç bir adamın bakışından anlattığını da anlayabiliyorum aslında. ‘’Madem erkek bir yazarmışım gibi davranıyorum, anlatıcım da erkek olsun bari.’’ dedi, sanırım öyledir. Doğrusu hoşuma da gitti. Neden kadın yazarlar kadın, erkek yazarlar da erkek baş anlatıcı seçmek zorunda ki? Ya da anlatıcı niye tekle sınırlandırılsın ki… Wildfell Hall’un Kiracısı  bu anlamda harika bir eser çünkü kitabın bünyesinde bir kitap daha barınıyor: Daha doğrusu bir günlük bu.

     

    1848 (ilk basım)

     

    Victoria dönemini yansıtan birçok klasikle haşır neşir olduysanız eğer olacakları da tahmin edebiliyorsunuz bazen. Ama bu kitapta çoğu şeyi tahmin edemedim bile, heyecanıma yenik düşerek sayfaları ardı ardına -adeta su gibi akıyordu- okumaya başladım. Konusu bakımından oldukça sürükleyici bir eser, anlatım da sade bir üslupla yazıldığı için sayfaları hızla çevirmek pek de zor olmadı benim için. 

     

    Her yerde olduğu gibi meraklı sakinleri olan bir kasabaya yalnız bir kadın gelir. Kasabanın en bakımsız ve ürkütücü görünen bir evine, Wildfell Hall’a yerleşir. Yeni kiracının küçük çocuğuyla yalnız başına böyle bir evde yaşamayı tercih etmesi herkesin merak konusu olur. Beraberinde birçok cevapsız sorular doğuruyor; ortaya çıkmayan bu sırlar neredeyse herkesin bulmak isteyeceği bir definedir sanki. Fakat her define gün yüzüne çıkarılmamalıdır, bazı sırların gömülü kalması gerekmez mi?

     

    İnsanlar, sırları olan, gizemli görünen, üstelik de ‘’yalnız bir kadını’’ rahat bırakır mı sizce? Cevabı hepimiz biliyoruz aslında. Tabii ki kendi haline bırakmadılar, bırakmadıkları gibi bilmedikleri şeyler hakkında dedikodular uydurmayı da görev bildiler. Ortalıkta dönen bu dedikoduları pek önemsemeyen anlatıcımız Gilbert Bey de kasabada yaşayanlardan biri. Kasabadaki tek akıllı insan evladı da olabilir. Hataları olsa bile tarzını konuşturan biri, edepli, oturaklı, akıllı, çiftliklerine ve işlerine sahip çıkan, tam bir beyefendi. Ön yargılı mizacı en büyük kusuruydu bana göre. Kusurlarından bazıları da düşündürmedi değil, fakat kasabaya gelen yabancı bir kadına en iyi davranışı o sergiledi diye düşünüyorum. 

     

     

    Evet, kim bu kadın peki? Helen Graham. Adı gibi tam bir Helen ve Troyalı Helen’e  tek bir benzerliği var: Çok güzel bir kadın olması ve çok kötü olaylar yaşadığı bir yerden kaçması… Öyle bir dönemde alkolik bir kocadan uzaklaşmak, üstelik çocuğuyla birlikte. Cesaretine ve duruşuna hayran kaldığım güçlü bir kadın Helen. Çocuğuna bağlılığı, resim sanatına düşkünlüğü; sadece ikisi onun hayatında bir çiçek bahçesi sanki. İkisi yoksa, her yer karanlık ve kasvetli bir orman onun için. 

     

     

    Helen Graham’ın komşuları onun kocasının yasını tuttuğunu zannederken o kocasından uzaklarda olduğu için, sakin bir hayata kavuştuğu için pek mutlu. Sonunda bulduğu huzurun içinde yalnız kalmayı istemesi, gözlerden uzak bir yaşamı dilemesi çok normal. İşte, meraklı komşuların bazıları, böyle bir insan hakkında bile dedikodu yapmaktan geri durmuyorlar. Neden yalnız bir kadının hayata tutunmasına birçok toplum destek olacağına köstek oluyor? Şu çağda bile kadınlar bu ve bunun gibi durumlardan dolayı mağdur, çoğu da katil eşlerinin kurbanı oluyor! Eski zamanlarda kadın hakları ayaklar altındaydı, şimdiyse hak çok, ama kağıt üstünde varlık sürdürüyorlar. Adaletin yerini bulmadığı, sağlanmadığı ve engellendiği olaylara şahit oluyoruz, payımıza da izlemek düşüyor. İnsan kendini çaresiz hissediyor gerçekten.

     

    Kitabın neden ‘’erken dönem feminist romanlar’’  arasında anıldığı da bariz, kadının hikâyesini anlatıyor çünkü. Evet, kadın yazar erkek adıyla etiketlenmiş olsa da, erkek bir anlatıcıyla başlamış olsa da, burada anlatılmak istenenler çok açık: Kadınların zorlu yaşamı! 

     

    Kitabın yazıldığı dönemlerde bu zorlu yaşama neden olan etkiler neler olabilir, onları konuşalım:

    Kadınların tek başlarına var olmaları mümkün değildi. Sosyal hayatta görünür olmak için tek kozları vardı o da evlilikti. Aşk diye bir kriter de söz konusu bile değildi. Sevmek ve sevilmek ihtiyacı lükstü. Yine de bu tutkusundan vazgeçmeyen kadınlar, mesela Helen gibi, aşık olduğu şahsın kötü özelliklerini göz ardı edebiliyor, bir gün değişeceğini umuyor ya da onu iyileştirebileceğini düşünebiliyor. Evlenip de yanlış bir aşkın kıskacına yakalandığında ise her şey için çok geç oluyor artık. Çünkü boşanmak, terk etmek imkânsız. Hatta kadın kocasının buyruklarına karşı itaatkâr olmak zorunda, böyle bir durumda boşanmak nasıl bir seçenek olabilir ki? Ancak ve ancak gaddar kocanın ölümüyle kurtuluş şansı devreye giriyor, tabii burada başka bir problemin de kucağına düşülüyor: baskıcı bir toplumda dul kalmak, çocuklarla dul olmak, iş hayatında yer edinememek, parasızlık, açlık… (böyle gider bu liste)

     

     

    Helen’in aşık olup evlendiği Arthur ise narsist kişiliğiyle insanın midesini bulandırıyor. Nefsine hiçbir şekilde hâkim olamıyor, denese bile çabalamak için çok uğraşmıyor. Günah dolu zevklerin pençesinde olmaktan mutlu, hobileri; alkol içmek, evli veya bekar fark etmeksizin kadınların peşinden koşmak, küfür etmek, yalan söylemek, inançları küçümsemek, yan gelip yatarken kendisiyle bebek gibi ilgilenilmesini istemek… İğrenç ötesi! Helen’in bir gün kocasının değişeceğini umarak iyi bir insanken bile ona karşı daha iyi olmaya çalışması, alttan alması, sabretmesi gibi eylemleri bazen beni çileden çıkardı. Arthur öyle kötü ki onu okuduğum sayfalarda iç huzurumun atmosferi bozguna uğradı. O kadar berbat bir insanCIK. 

     

    Bu gibi yaşantıların içinde istisnalar da vardır elbette, yani sevilen ve seven kadınlar da yok değil. Yine de kadınlar bu dönemde ev hanımlığıyla bütünleşiyorlar; kocasına itaat etmekten ve çocuklarına bakıcılık yapmaktan başka amaçları yok. Kitap okuyan, yazan, çizen, düşünen kadınlar da var tabii ki, ama onların da süs objesi olmaktan başka çareleri var mı? Çoğu da bekarken bir gün gitmesi gereken kaşık düşmanı olarak görülüyor. 

     

     

    Anne Brontë  de ablalarının yolundan gitmiş: Dar bakışlı insanlardan uzak durarak yüreğinin sesine sığınmış, kadın haklarını savunmuş. Dönemin sosyal hayatını yargılamış ve kadınların birçok sorununa ışık tutmuş. Karanlıkta kalan kadınlara mum olmuş bir eser yazmış. Muhafazakâr bir toplumda böyle eserler kaleme almak büyük bir başarı doğrusu. Keşke Charlotte  ve Emily  kadar o da çok okunabilseydi, 29 yaşında hayata veda etmeseydi neler yazardı kim bilir? 

     

     

    Wildfell Hall’un Kiracısı’nı, Uğultulu Tepeler  ile Jane Eyre’den  daha çok sevdim. Onların da yeri ben de ayrı ama, Anne’nin yarattığı esere bayıldım. Ablalarının yazdıklarından esintileri bir arada görmek de çok güzeldi: Jane Eyre’den,  dini bütün olurken bağnazlıktan uzaklaşmayı; Uğultulu Tepeler’den  ise, hırsı, tutkuyu ve gizemi almış sanki. Tabii bu temalar buzdağının sadece görünen bir kısmı, derinlerde çok şey daha bizleri bekliyor. Bu üç kitap gotik edebiyattan izler taşıyor. Yukarıda bahsettiğim gibi kadınların ortak sorunlarına odaklanıyorlar, konuları farklı olsa da. 

     

     

    Anne Brontë'nin  Austenvari  bir kurgu oluşturduğu da bir gerçek. Charlotte  ve Emily  de böyle hissetmemiştim fakat Anne’nin  tüm bunlarla tarzını konuşturduğunu düşünüyorum. Etkilerinde kaldıklarını saf dışı bırakmadan, birçok şeyi de harmanlayarak iyi bir tempo tutuyor eserinde. 

    Yazımın başında neden Anne  daha az okunmuş diye yakınmıştım; geçmişe dönük araştırma yaparken 1968 yılında Şatodaki Kadın adıyla yayımlandığını öğrendim. Güven Yayınevi  tarafından basılmış. Çevirisi Gönül Suveren  tarafından yapılmış. Agatha Christie  çevirilerinden biliyorum kendisini, maalesef ‘’tam metin’’ konusunda eksik olduğunu düşünüyorum. Belki benim gibi düşünenler çok olduğu için iyi bir çeviri beklenmiş olabilir ülkemizde…

    Yıllar sonra beklentiler son buluyor: Yedi Yayınları’ndan 2021 yılında çıkıyor, özgün adıyla üstelik. Çevirisi de Mehtap Gün Ayral  tarafından yapılmış. Çevirdiği eserleri okumadım fakat diğerinden daha iyi olduğunu düşünüyorum, yorumları da güzeldi çünkü.

    Son olarak da beyaz kapaklı klasiklerine aşık olduğum Can Yayınları’ndan geliyor harika bir haber: 2023 yılında yayımlanıyor, özgün adıyla yine. Çevirisini Rana Tekcan  yapmış, onun çevirisinden Gençlik Eserleri’ni (Jane Austen)  okumuş ve beğenmiştim. Ben de tercihimi görüldüğü üzere Can’dan yana kullandım. Yabancı dil bilgim yok ama beni rahatsız eden bir şey olmadı. Memnun kaldım. Emeğine sağlık diyorum. 

    Severek okuduğum bu klasiği kimlere tavsiye ederim peki? Dünya klasiklerini sevenlere öncelikle. Ve kadının toplumdaki yerine önem veren, saygı duyan, haklarımız için çabalayan herkese mutlaka önerilir... Kitaplarla kalın, sevgiler. 

     

    Alıntı Köşesi

     

    Hayatını devam ettirmek için yapması gereken en temel şeyler dışındaki zamanını okumakla geçirmezse zamanını boşa harcadığını düşünüyordu.

     

    “Evlilik yeminleri şaka mı? Sırf eğlence olsun diye bu yeminleri bozmak ve başkasını da onları bozmayı teşvik etmek önemsiz mi?”

     

    ama -bu kusurlu dünyada hep bir ama oluyor-

     

    En sevdiğim mekâna, kütüphaneye sığındım.

     

    “Hiç kimse mutlak yalnızlıktan mutlu olamaz.”

     

    “Bu dünyaya sadece başkalarının iyi davranışlarından ve iyi niyetlerinden faydalanmaya gelmedim, değil mi? Ben de karşılığını vermeliyim. Evlendiğim zaman karımı mutlu etmekten ve rahatını sağlamaktan, onun bana bunları vermesinden daha fazla zevk alacağımı sanıyorum, alacağıma vereyim daha iyi.”

     

    “Eğer bir meşe fidanını serada yetiştiriyorsanız, gece gündüz ona iyi bakmakla, her esintiden korumakla onun dayanıklı bir ağaç olmasını sağlayamazsınız. Dağın yamacında büyüyen, her türlü havaya maruz kalmış, hatta fırtınanın şokundan bile korunmamış bir fidan gibi olamaz.”

     

    “İnsanın aklını çelebilecek şeylere kendi rızasıyla karşı koyabildiği durumlar mı yoksa etrafında aklını çelebilecek hiçbir şeyin olmaması mı? Büyük fiziksel gayretle ve çok yorulmayı göze alarak büyük zorlukları aşan ve şaşırtıcı başarılara ulaşan biri mi daha güçlüdür, yoksa bütün gün şömine ateşini karıştırmaktan ve yemeğini ağzına götürmekten başka işi olmadan koltuğunda oturan mı?''

     

    Bugün ıslak, yağmurlu bir gün, bütün aile misafirliğe gitti, bense kütüphanemde yalnızım, bazı küflü eski mektuplara ve kâğıtlara bakıyor, eski günleri düşünüyorum.

     

    “Doğru, ama istediğimiz her şeye sahip olmamalıyız, en düzgün olanımızı bile şımartır bu, değil mi?”

     

    “Yaptığınız kötülüklerle ya da yapmadığınız iyiliklerle, yüzlerce, hatta binlerce kişiye az ya da çok zarar vermeden, sadece kendine zarar vermek mümkün değildir.”

     

    Kitaplar beni oyalayamıyor, ben de yazı masasını açtım, huzursuzluğumun sebebini yazmak fayda sağlar mı ona bakacağım. Bu sayfa, dolup taşan kalbimdekileri kulağına fısıldayabileceğim bir sırdaşın yerini tutacak. Sıkıntılarımı paylaşmayacak ama onlarla alay da etmeyecek. Üstelik onu gizli tutarsam, kimseye bir şey anlatmaz; yani belki de bu durumda sahip olabileceğim en iyi dost.

     

    “Fikir ya da duygu alışverişi olmayan, karşılıklı iyi şeylerin söylenmediği konuşmalardan nefret ediyorum.”

     

     

    Kaynaklar:

    Bronte, Anne. Wildfell Hall'un Kiracısı. Çev. Rana Tekcan. İstanbul: Can Yayınları, 2023.

    Kapak Fotoğrafı

     


    Yorumlar (2)
      • Alıntılar çok güzel, merak ettim kitabı✨. Kardeşleriyle beraber yazar olmaları da çok hoşuma gitti🥰 Ölümü hakkında bilgin var mı Sultan?

        Yorum Bırakın

        Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.