''Jacques, bu mobilyaları kendi iradesi dışında sürüklendikleri sefil sondan bir rehine kurtarır gibi kurtardığına inanmaktadır; kaderin onu asla kaçamayacağı bir ödevle görevlendirdiğini hissetmektedir; içinde kimsenin yaşamadığı odaya bir göz attığında yatağın, yazı masasının, kitaplığın, o kişisel eşyaların bir ölünün yadigârlarını oluşturmayıp tam tersine hep birlikte mahrem ve gizemli hayatlarını yaşadıklarını düşünmektedir.'' /s.71
Marcel Proust’un yedi ciltlik eseri Kayıp Zamanın İzinde’yi okuduktan sonra hayatım ikiye ayrıldı: Proust’tan önce ve Proust’tan sonra. Bugüne kadar birçok kitap okudum, çocukluğumda okuduğum kitapları bir yere not etmediğim için de unuttum. Onları saymazsak bile 682 kitap geçti elimden, içinden çok etkilendiklerim oldu, sevdiklerim ya da sevmediklerim de… Lakin hiçbiri ne yaparsa yapsın hayatımda bu kadar iz bırakamadı: İçimdeki boşluğu doldurup yeni bir boşluk yaratan Proust hariç.
Ben de bu boşluğu Proust’un yazdığı diğer eserleri okuyarak doldurmaya çalışıyorum ve onunla ilgili olan, eserleri hakkında yazılmış kitapları da edinmeye gayret ediyorum. Bakıyorum, araştırıyorum, yeni kitaplar keşfediyorum böylece. Bazı zamanlar da karşıma Proust’un Paltosu gibi sürprizler çıkıyor. Kitaba tesadüfen denk geldim ve baskısının tükendiğini görünce de üzüldüm. Malum yerde bulabildim ancak, tabii ki aldım hemen, oldukça merak etmiştim çünkü.
Kayıp Zamanın İzinde’nin yarattığı boşlukların arasında kaybolmamak için böyle sürprizlerle karşılaştığımda çok mutlu oluyorum. Bu dev yapıtın geride bıraktığı, kenarında yeşerdiği, ucunda, ötesinde kalan ne varsa onlara tutunabilmek bir hazine bulmuş gibi sevindiriyor beni, ama bu edebi zevke hiçbir zaman tam anlamda sahip olamıyorsunuz tabii. Marcel Proust ile tanıştıysanız ne demek istediğimi anladınız :)
Mevzubahis Proust ise benim sözlerim nerelere gider şimdi, bu nedenle daha fazla uzatmadan Proust’un Paltosu’ndan bahsetmek istiyorum. Eser, Marcel Proust’un çok sevdiği bir yazarın, Baudelaire’nin bir cümlesiyle başlar:
‘’Le beau est toujours bizarre.’’ (Güzel her zaman tuhaftır.)
Kitabımızın konusu gerçekte yaşanmış olay ve gelişmelere dayanıyor. Hayali bir kurgu değil. Fakat abartı bulduğum yerleri de yok değildi. Gerçek olmasının nedenlerinden biri de tıpkı benim gibi Proust hayranı olan bir adamın hikâyesini anlatması. Kim bu adam peki? Jacques Guérin.
Guérin, Parisli bir esans ustası ve parfümeri fabrikasının sahibidir. Aynı zamanda kitaplara tutkun olduğu için hatırı sayılır bir koleksiyonu vardır. Koleksiyoncumuz yirmili yaşlarından beri de sadık bir Proust okuru. Tabii ki hayranlığı edebi bir saplantıya dönüşmek üzeredir. Proust çılgınlığına kapılır gider: mobilyalar, battaniyeler, el yazmaları, defterler, müsveddeler, mektuplar, kişisel eşyalar… en önemlisi de mahvolmuş bir palto. Bu paltoyla ilgili daha çok şey konuşacağız. Bunların hepsini ve daha fazlasını elde etmiş ve Proust’un manevi mirasına da sahip çıkmış. Peki bunların hepsine nasıl sahip olabildi Guérin?
Jacques Guérin (1902-2000)
Modern edebiyatın önderlerinden biri olan Marcel Proust 18 Kasım 1922’de hayata gözlerini yumduğunda, kardeşi Robert Proust yazarın tüm el yazmalarına, mektuplarına, defterlerine el koyar. Proust’un yayıncıları bunları istediğinde ise oyalar, son olarak da vermemeyi tercih eder. Kayıp Zamanın İzinde’nin basılmamış ciltlerini düzenleme ve yayınlama işlerini kendine görev edinir. Kapısına dayananları da dinlemez.
Keşke Marcelciğim ölmeden önce tüm el yazmalarını anlaştığı yayıncısına bıraksaydı. Vasiyet mektubu falan var mıydı yok muydu bilmiyorum ama böyle bir mektup varsa bile Robert’in bunu önemseyeceğini pek sanmıyorum.
Robert öldükten sonra işler daha da karmaşık bir hale geliyor. Marcel’den geriye ne kaldıysa mirasın yeni sahipleri Robert’in eşi ve kızı olur. Eşi Marthe Dubois-Amiot bunlardan nasıl kurtulacağını düşünür ve eline geçirdiğini yakmaya başlar. Üstelik bunları da antikacı bir adamla, Werner ile yok etmeye tenezzül eder.
Guérin de o sıralarda tanıştığı antikacı Werner sayesinde Marthe’ın elinde Proust ile ilgili geride ne kalmışsa hepsini kurtarmaya odaklanır. Marthe’ın, ‘’Yakıyoruz!’’ dediği yerde mahvolan Guerin’in o alt üst olmuş hali hala gözümün önünde, çünkü ben de şok oldum. Marcel’in yengesi hakkında sözlerinin bulunduğu mektuplarda kötü bir söyleme denk gelmedim hiç, kendisi açık sözlü bir yazardır da. Ama Marthe’ın bu kadar nefret ve kin dolu olmasının sebebi nedir?
Eşi Robert ile yaşadığı büyük sorunlar olabilir mi? Sadakatsiz Robert’in eylemleri ve abisi öldükten sonra yazarın el yazmalarını sahiplenmesi, onlarla ilgilenmesi gibi durumlar Marthe’yi sinirlendirmiş olabilir diye düşünüyorum. Antikacı Werner de az değildi bu arada. Değişik bir karakterdi, yaklaşımlarını pek iyi niyetli bulamadım. Sonra şu palto? Proust bu paltoyu yaz mevsiminde bile giyiyordu, ayrıca geceleri soğuk odasında yazı yazarken üzerine atıyordu. Astım hastalığından dolayı odasının sıcak olmasını da istemiyordu. Kayıp Zamanın İzinde’nin satırları bu paltonun varlığında yazıldı; Proust büyük yapıtının son cümlesini yazdıktan sonra ev işlerine bakan yardımcısına şunları söyledi:
‘’Şimdi artık ölebilirim Céleste. Kitabıma ‘son’ sözcüğünü yazdım.’’
Marcel Proust’la böylesine bütünleşmiş bu palto için Guerin’in bu kadar heyecan duyması pek doğal ve makul. Tabii Marcelciğimizin yokluğunda palto kenara atılmış önemsiz bir eşya gibiydi, Guérin ona değer biçmeseydi belki şu an günümüzde Paris’te Carnavelet Müzesi’nde ki yerini alamayacaktı. Öylece yok olup gidecekti; yakılan, atılan, yok edilen diğer eşyaları gibi. Şu an müzeye gitsek bile göremiyoruz çünkü bir kutuda saklanıyor, İtalyan yazar ve gazeteci Lorenza Foschini de özel izinle görebilmiş bu kıymetli paltoyu.
Werner, Guérin'e paltoyu tek kuruş almadan veriyor; böceklenmiş, mahvolmuş bir paltodan ücret almak da ne demekmiş canım. Guérin'in emekleriyle palto temizleniyor ve hak ettiği değeri görüyor sonunda. Guérin'in kitap okuma tutkusu ve bu hobiyle bütünleşen Proust hayranlığı olmasaydı, o el yazmalarından toparlanmış eserleri, mektupları görmemiz hiç mümkün olmazdı belki. Kendisi bibliyofil tanımını reddetse de o bu tanımla doğrudan uyuşuyor.
Koleksiyoncu olmak kolay bir iş değildir bu arada; o eserleri edinmek için bir birikim ve sürekli arayış halinde olmak gereksinim değil de şarttır. Bir fabrika sahibi olan Guérin için bu hiç de zor olmamıştır. Çabaları zorlamış ve insanların acımasız fırsatçılığı yormuştur belki onu. İşçileri Paris’in en güzel parfümlerini üretirken o da koleksiyonculukla ilgileniyordu. Eşcinsel olduğu için kendisini de Proust’a yakın hissediyordu.
Marcel Proust’un ailesiyle her şey yolunda gitmemiştir. Yazar olmak istemesi, özellikle babasını memnun etmemiştir, sessizlik ve mesafeli bir yaklaşımla karşı karşıya kalmıştır Proust. Yine de ailesine, özellikle annesine karşı çok iyidir hatta annesi vefat ettiğinde şöyle der:
“Babamı çok severdim. Ama annem apayrıydı. O öldüğü gün, küçük Marcel’i de yanında götürmüştü.” (1)
Guérin de normal bir ailede büyümemiştir. Bu nedenlerle olsa gerek kitap okuma tutkusundan ziyade aradığını da Proust’ta bulmuş olması pek doğal. Tekrar Proust’un Paltosu’na dönecek olursam da enfes bir tat verdi bana. Bir solukta okunabilecek ilginç bir öykü bu. Marcel Proust’un öyle bir özelliği var ki şu an aramızda olmasa bile sürprizlerle dolu olması muhteşem bir şey değil mi? Mesela geçende ‘’Kayıtsız Adam’’ diye bir eseri çıktı ortaya. Unutulmuş gitmiş, ünlü olmayan bir dergide basılmış hikayesinin henüz şimdi gün yüzüne çıkması oldukça tuhaf. Bu öyküsünü Kayıp Zamanın İzinde’den önce yazdığı için farklı bir özelliği var: Proust dev yapıtını yazarken bu öyküyü arayıp durmuş, buldu mu bilmiyorum ama neden aradığı tahmin edilebilir düzeyde. Öyküde iki kişinin yaşadığı durum Swann’ların Tarafın’da ki bir şeyi yansıtıyor: Odette ve Swann ilişkisini. Bir şeyi hatırlamak için aramış olmalı. Neyse böyle bir öykünün, sanki o hâlâ yaşıyormuş gibi edebiyat dünyamızda birdenbire belirivermesi çok ilginç değil mi? Gerçekten hoş bir sürprizdi. Kayıtsız Adam’ı da geçtiğimiz günlerde okudum, kısacık bir öyküydü ama tadı damağımda kaldı doğrusu. Proust okumalarına doyamıyorsanız, şans vermelisiniz. Ünlü eserleri gibi olağanüstü olmasa bile, acemi Proust’u görmek, onu daha yakından tanıma fırsatı sunuyor. Yine konu dağıldı ama Proust böyle bir tutku benim içinde. Onu anlatmaya doyamıyorum, oradan buraya atlıyorum sürekli.
Proust’un Paltosu, özenle yazılmış bir eser, hem Kayıp Zamanın İzinde’nin izlerini görüyorsunuz, hem de kendiniz gibi edebi saplantıya kapılmış bir adamın hikâyesini okuyorsunuz... Dev yapıttan alıntıları okumak, o havayı teneffüs etmek müthiş bir şeydi benim için.
Fotoğraflarla donatılmış, adım adım ilerleyen, merak ettiren, sürükleyici bu öykünün üslubu da oldukça sade. Bir gün içinde okuyup bitirebileceğiniz, tadımlık Proust dozu için makul bir kitap. Yazarımız da biraz magazinsel yaklaşmış olaylara, ben Proust’un ve onu ilgilendiren her şeyin magazin malzemesi olmasına karşıyım ama, neyse. Belki yazarımız olaylara heyecan katmak istedi. Sırf konusu Proust olduğu için affedilebilir.
Elli yıl boyunca sevdiği yazarın eşyalarıyla yaşamak, onun yaşam kırıntılarına sahip olmak, geride kalan her şeyin bekçisi olmak nasıl bir duygu acaba? Proust’la tanışmak için değil de tanıyanların daha iyi tanıması için önerebileceğim bir eser. Umarım benim kadar hoşunuza gider.
Kaynak
Foschini, Lorenza. Proust'un Paltosu. Çev. Eren Yücesan Cendey. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012.
Evet, bence de Proust okuduktan sonra bir şeyler aynı olmayacak👍🏻 Sanada keyifli okumalar Sultancım💗