En sevilen animasyon filmlerden biri olan Inside Out’un 2. filmi geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. İlk filmde bir çocuk olarak bıraktığımız Riley, bu filmde kompleks duygularla yüzleşmek zorunda kaldığı ergenlik dönemine giriş yapmış bulunuyor. Muzip detaylar ve incelikli gözlemlerle işlenen bu film bizi kendi hayatımızla ve duygularımızla yüzleşmeye zorluyor. Peki bunun için yeterince cesur muyuz?
YÜKSELEN TREND: ANKSİYETE
2000’lerin başında depresyondaydık, unutulmuştuk ve aldatılmıştık. 2010’lar sonrasında ise hepimiz anksiyete bozukluğuna sahip olduk. Toplumsal olarak kaygı ve evhama karşı zaten doğal olarak meyilimiz varken; değişen gündemler, yetiştirilme şeklimiz ve aile hayatımız, bireysel eğilimlerimiz gibi farklı sebeplerin de katkısıyla içimizdeki kaygı büyüdükçe büyüdü. Sosyal medyanın da etkisiyle kendi kendimize teşhis koyduk ve nurtopu gibi bir anksiyete salgınımız oldu.
HAYATIMI ANKSİYETE Mİ YÖNETİYOR
Anksiyete temelde bizi ayakta tutan, gelecekte olabilecek sorunlara karşı hazırlıklı olmamızı sağlayan ve kararında yaşandığında işlevsel olabilen bir duygu. Ama bazı durumlarda işler çığrından çıkabiliyor. Hayatı sadece tehlikelerle dolu bir arazi gibi görüp attığımız her adımda bir mayının patlamasını bekler hale geldiğimizde, diğer renklerin kaybolup hayatın sadece anksiyetemizin kendine has o rengiyle kaplı olduğunu fark edebiliyoruz. Hayatımızı anksiyetenin eline bırakmak, birkaç işlevsel kazanım elde ettiriyor belki bize ama yanında yaşama sevincimizi, benliğimizi, hayallerimizi de götürüp ziyadesiyle pahalıya mal oluyor. Nefessiz ve uykusuz bir beden ve ışığını kaybetmiş gözlerle aynaya baktığımızda “Değdi mi?” diye sormak bazen kaçınılmaz oluyor.
İşte bu yüzden geçmişte ya da şu anda benzer durumları yaşayan çoğu kişinin filmde kendi hayatından nüanslar yakaladığına eminim. Bazen kaçtığımız, bazen soğuk nefesi yüzünden donup kaldığımız, bazense var gücümüzle savaşmaya çalıştığımız anksiyetemiz kendi hayatlarımızın neresinde duruyor acaba? Kontrolün ne kadarı onda? Bizi biz yapan inançlarımızın ne kadarı endişelerimizden geliyor?
BASTIRILAN DUYGU PATLAR
Film serisi boyunca öğrendiğimiz şeylerden biri de duygularımızı yaşamaya fırsat vermek. Her zaman mutlu olamayacağımız gibi sonsuza dek üzgün de kalamayız. Bir şeye karşı duygumuz bugün böyleyken yarın farklı olabilir. Duygular gelir ve geçer. Geldiklerinde karşılayıp gitmek istediklerinde de onlara veda edebiliriz, tabii ideal bir dünyada!
Bazen üstesinden gelemediğimizi hissettiğimiz duygular kapıyı çaldığında en kolayı onları görmezden gelmek gibi görünür. Bir süre sonra pes edip gideceklerini ve bir daha gelmeyeceklerini umarız. Ama her defasında gelirler! Hissetmek istemediğimiz, düşünmek istemediğimiz o şey hep orada durur. Kafamızda bir çark işler, bazen bir sayaç geriye doğru gider, bardağa bir damla daha düşer. Yaşamaya fırsat bulmadığımız duygu boğazımıza takılıp duran tuhaf bir şeye dönüşür. Yutkunmak zorlaşır. Duygu farklı şekillere girip bizi kandırmaya çalışır. Zaman daralmıştır.
Belki de bazen hepsinden kurtulmanın tek yolu bir gece boyunca gözlerinizi açamayacak hale gelene kadar ağlayıp o duyguyu yaşamaktır. Ertesi gün kısık gözlerinizle dünyayı daha iyi, hiç değilse daha farklı görme ihtimaliniz vardır.
Belki de bazen bağırıp çağırmamız gerekiyordur.
Ya da konuşup tartışmamız, uzlaşmamız.
O duygunun ihtiyacı her ne ise onu yapmamız, ona müsaade etmemiz. Hiçbir zaman tek bir duygunun esiri olmadan, onların kendine has dansına ayak uydurmamız ve belki de bazen dansı bizim yönlendirmemiz gerekiyordur.
Belki de bizi biz yapan o devasa renk bulamacının bir parçası olan duygularımızı arada bir kucaklamamız gerekiyordur.
Daha fazla içerik için
wannart.com/bircanyaziyor ve
instagram.com/bircanyaziyor hesaplarını takipte kalın!
Yorum Bırakın