Selamlar! Temmuz'a altı kitapla veda ettim. Yine çok güzel kitaplar okudum. En güzeli Honcin Cinayetleri'ydi. Köşedeki Yaşlı Adam dışında harika kitaplardı diğerleri de. Yazdığım incelemecikler -çok uzun yazmadığım için inceleme diyemedim- umarım hoşunuza gider ve yapmış olduğum bu öneriler listelerinizde yer bulur. Sıcak havalardan dolayı bu içerik serisinde gecikmeler yaşansa da sizlerle olmaya ve yazmaya devam edeceğim. İyi okumalar :)
1. HONCİN CİNAYETLERİ – SEİŞİ YOKOMİZO
Tarımla uğraşan bir köye girmeyegörün. Büyük şehirde neredeyse ölmüş olan “soy sop” tabiri, şimdi bile capcanlıdır ve onun her şeye nasıl hükmettiğini gözünüzle görürsünüz. /s. 20
Dizinin dördüncü kitabı şu ana kadar okuduklarım arasında en iyisiydi. Bu dizi içinde baz aldım tabii ki. Bir polisiye eserinden çok sosyolojik bir inceleme okudum sanki. Ortada işlenen bir suç, iki kurban, belirsiz katil, saçı başı dağınık bir dedektif çerçevesinde ilerleyen kurgunun iç yüzü aslında bu kadar basit değil. Bazen ağır okumalarımın sonrasına bir polisiye dozu atıyorum; belki bu türü hafife aldığımdan dolayı böyle yapıyorumdur, emin değilim. Katili öğrenme merakıma yenik düşerek, sayfaları hızla çevirirken kafam dağılıyor. Fakat polisiye edebiyatı okurken insanları suça iten nedenler ve sonuçlar üzerine de bir şeyler okuruz. Genellikle aile içindeki sıkıntılara ve geçmişe dayanan travmatik durumlara rastlarız. Honcin Cinayetleri’nde bu düşünce ilmek ilmek dokunuyor aklımıza. Tabii ki kafamızı dağıtalım ama bu gerçeklerden kaçmadan, bunları içselleştirip üzerinde düşünerek yapalım bunu.
Japon klasikleri okumayı çok severim. Japon klasikleri dizisi sayesinde bir sürü mükemmel yazarla ve tabii ki de iyi edebiyat ürünleriyle tanıştım. Japonların kalemi genelde belirsizlik hissiyatı ve muğlaklık üzerine kurulu. Ve bu kalemlerini polisiye ile gerilime adamışlarsa insan elinden bırakamadan okuyor. O hissiyatın ve karmaşıklığın içinde kaybolmaktan çekinmiyorsunuz belli bir sayfadan sonra. Honcin Cinayetleri de böyleydi işte.
Seişi Yokomizo'nun kalemine bayılmamın bir başka nedeni ise Edogawa Rampo'nun çağdaşı olması ve onun tavsiyesiyle Tokyo'ya gelip yazma serüvenine adım atması olabilir. Japon yazarların birbirleriyle olan etkileşimleri çok hoşuma gidiyor. Yazdıkları türe olan bağlılıkları nedeniyle, el birliği yapmışçasına o türü ve anlatımı ayakta tutmaya çalışıyorlar, ve çok haklı bir eylem... İkinci Dünya Savaşı ve modernleşmeyle gelen yenilikler, edebiyatlarına sıkı sıkıya tutunmalarına yol açmış gibi.
Bir düğün gecesinde işlenen cinayetlerin öncesinde başlıyor her şey. 1937 yılının kış aylarında Okamura köyündeyiz. Köyde zengin ve köklü bir aile var; İçiyanagi ailesi… Olaylar bu aile içinde meydana geliyor. Düğünün yaklaştığı günlerde uğursuz, gizemli, pasaklı giyimli bir adamın çevrede dolaştığı söylentisi de ekleniyor dedikodulara. Köylerde dedikodu çok olur, özellikle köylerde yaşayan zengin aileler ve toprak sahipleri hakkında. Evin bir de kedisi var, ailenin en küçük üyesine ait bu kedinin olaylarla ne ilgisi var diye sormayın, ben çok şaşırmıştım. :)
Bütün insanların gözü bu ailenin üzerindeyken işlerin yolunda gitmesi mucize olur sanki... Sizce düğün sorunsuz bir şekilde gerçekleşecek ve herkes rahat bir uykuya dalabilecek midir?
Japonların geleneksel tutumlarını gözler önüne seren bir kitaptı. Polisiye okurken toplumun analizini okumak da güzel bir taraftan. Modernleşmeye doğru yavaş adımlarla ilerleyen ülkede bir şeyler değişmek üzeredir. Köklü aileler, aristokratlar, feodal düzen içinde yaşayan toprak sahipleri gibi ‘’zengin’’ ailelerin sonu çok uzakta değildir. Toplum bireyselleşme feryatları içinde kıvranırken bu ailelerde yetişen çocuklar, kadın- erkek ilişkileri; hala geçmişin izleriyle, geleneksel davranış ve eylemlerin diri tutulmaya çalıştığı durumlarla devam ediyor. Bu etkenler ise olayların yaşandığı aileye farklı bir bakışla bakmamızı sağlıyor. Yokomizo da bu bakış açısını muhteşem bir üslupla sunuyor bizlere; anlatım tarzı oldukça akıcı ve renkli. Karanlık bir atmosferde, bu renkleri korumaya çalışan dili, karakterlerin bolluğu ve her birinin öyküsü, olay örgüsünün gizemli boyutunu son sayfalara dek devam ettirmesi ve daha birçok şey bana apayrı bir okuma lezzeti verdi.
Çevirmenin önsözünü mutlaka okumalısınız, çünkü yazar ve eserleri hakkında değerli bilgilere parmak basıyor Alper Kaan Bilir. Yokomizo’nun kalemi, bu tip ailelerden- zengin, aristokrat, toprak sahipleri gibi- besleniyor. Ailelerin yaşayışlarındaki kırılma noktalarını, travmaları ve dramları birleştirerek özgün dedektif eserleri ortaya çıkarıyor. Yazardan okuduğum tek kitap olmasına rağmen çok sevdim. Diğer kitaplarının da dilimize çevrilmesini bekliyorum heyecanla. Her okuru alıp götürebilecek bir eser. Kafa dağıtırken bile insana bir şeyler katan edebiyat dilini göklere çıkarmak için daha neler yazarım neler, şimdilik sadece sizlere önermekle yetiniyorum.
Puanım: 9/10
2. BÜTÜN ÖYKÜLERİ (CİLT I-II) – EDGAR ALLAN POE
Gözlerimin önünde, insanın içini kimsenin hayal edemeyeceği kadar acıyla dolduran ıssız bir görüntü uzanıyordu. Şaha kalkmış dalgaların aralıksız çığlıklarla çarpıp köpüklenmesinin iç karartıcı rengini daha bir belirginleştirdiği dışa doğru çıkıntılı korkunç kara uçurumlar, dünyayı çevreleyen surlar gibi, sağa ve sola doğru göz alabildiğine uzanıyordu. /s. 181
Poe kaleminden çıkan ve bu kitapta yer alan bir öyküsünü okumuştum, birkaç sene oldu sanırım: Morgue Sokağı Cinayetleri. İletişim Klasikleri dizisinin bir parçası olan Bütün Öyküleri’nde ‘’gizemli ve dedektiflik öyküleri’’ bölümünde yer alan bir hikâyeydi Morgue Sokağı Cinayetleri. İkinci kez okumak pek hoşuma gitti, zira en iyilerinden biri o.
Poe hayatıma böyle girdi işte. Bu öyküyü okuduktan sonra yazdığı tüm kaynakları elimde bulundurmak ve okumak istemiştim her birini. Sonunda iki ciltlik bu devasa yapıtı okuma fırsatı buldum ve bitirdim. Poe ile tanışmadan çok önce kendisinin gotik edebiyata ürünler verdiğini bilmiyordum, ama ne zaman fotoğraflarına denk gelsem gotik bir tarza sahip olduğunu düşünüyordum. Hayır, burada bahsettiğim yazdıkları değil, görünüşü… Bakışları, yüzü, saçları, giyimi ve duruşu ile hep gotik çağrışımlara iten bir yönü yok mu sizce? Ayrıca bir Amerikalıdan çok, sanki Fransız gibi. Benim gözümde Paris’in karanlık sokaklarında kasvetle dolaşan gizemli bir adam o. Zaten öykülerinin bazıları Paris’te, Londra’da, sonra başka ülkelerde ve şehirlerde de geçiyor. Poe’yu yalnızca gotik edebiyat türünde bir şeyler yazmış bir yazar olarak nitelendirmek onu mezarında ters döndürebilir; küçümsenmeyecek kadar büyük bir dâhi: edebiyat dâhisi o.
Polisiye, gerilim, korku ve gizem üzerine yazdığı öykülerin anlatım tarzı ‘’gotik edebiyatı’’ sembolize ediyor olsa da derinlerde birçok anlamı ve anlatımı barındırıyor. Öykü ustası diye söz ediliyor ondan. Öylesine yazılmış hikayeler değil çünkü bunlar. Öncelikle çok kitap okumuş bir yazar ve entelektüel birikimini görebiliyorsunuz. Neredeyse her sayfanın altında dağ gibi bir dipnot köşesi var. Bu dipnotlar yalnızca edebiyatla ilgili değil; din, felsefe, mitolojiler, tarih, politika ve daha birçokları sıralanmış bu satırlara.
Öyküler konularına kategorize edilmiş; edebiyata diğerlerine göre daha fazla ilgi duysam da farklı konularda yazılmış öykülerini de okuyup onu yakından tanımak istedim. Hayret verici bir dehaya sahip olduğunu anlamış oldum böylece. Öyküleri kadar hayatı da ilginç olan bir yazar Edgar Allan Poe. Kitabın girişinde yer alan kronolojiyi okursanız hem bu kadar acıyı yaşayıp hem de erken yaşta aramızdan ayrılmasını benim gibi şaşkınlık ve üzüntüyle karşılaşırsınız eminim. Belki de yaşadıkların dolayı böyle öyküler yazdı, yani içerisinde hep ölüm olan, ölümden gelen ve ölüme giden öyküler… Fani hayatımızın sonu gibi değil mi?
Her okurun bu kadar kasveti kaldırabileceğini düşünmediğimden tüm insanlığa önermekten çekiniyorum, ama benim gibi bu gibi öykülerin içinde kaybolmak istiyorsanız bir an bile beklememelisiniz. Evet, okunması kolay değil, bazen karanlık sizi boğabilir, yine de şans verip kısacık hayatına bu kadar eseri sığdırabilen Poe’yu okumak lazım.
Puanım: 9/10
3. THEOGONİA, İŞLER VE GÜNLER – HESİODOS
İnsanın adı çok kolay kötüye çıkar,
Ama sonrasında çok zordur herkesin dilinden kurtulmak.
Ün dediğin kolay kolay ölmez,
Hele büyük kalabalıklara yayıldığı zaman.
Ün de bir tanrıdır ölümsüz. /s.77
Yunan mitolojisine bayıldığım için bu konuyla ilgili elime geçen her kitabı okuyorum ve bazen didik didik ediyorum onları. Hesiodos’un bu muhteşem eseri de içinden çıkasımın gelmediği kitaplardandı.
Mitoloji Sözlüğü’nün yazarı ve birçok eseri- İlyada ve Odysseia gibi dev yapıtlar- dilimize kazandıran Azra Erhat’ın emeklerinden biri bu güzel kitap. Kitabın sonunda eser üzerine yazdığı incelemeyi okumak, bu dizeleri içselleştirmek adına müthiş bir eylemdi. Kitap yalnızca Azra Erhat’ın elinden geçmedi tabii ki, çok değerli çevirileriyle karşılaştığım Sabahattin Eyüboğlu da emekleriyle dolduruyor sayfaları. Erhat’ın incelemesinden sonra bir de ‘’Hesiodos ile Anadolu İnsanı’’ konulu bir inceleme kaleme alan İsmet Zeki Eyüboğlu karşıladı beni. Birbirinden mükemmel bu satırları okumak, böyle bir eserin sonunda üstelik, mitolojiyle kültürün birleşme noktasına tanık ediyor okuru. Bu kitaba en muhteşem incelemeyi Azra Erhat yazmış, hatta sözlük de eklemiş. Bu nedenle ne yazsam onun incelemesinin yanından geçemese bile birkaç şeyle ben de buradayım demek istiyorum. İlk Çağ’dan günümüze kadar gelebilmiş ''Theogonia, İşler ve Günler''e bir şey söylemeden veda etmek haksızlık olur.
Theogonia: Tanrıların Doğuşu
‘’Musalara Sesleniş’’ ile başlayıp ‘’Ölümlü ile Evlenen Tanrıçalar’’ dizeleriyle biten kısımdır. Burada Yunan tanrılarının kökenlerine kadar inen ve Yunan efsanelerinin belli başlı simgesel olaylarına değinen epik bir anlatım var. Bütünüyle Yunan kozmolojisinden bahsediliyor. Yani Yunan tanrılarının ve tanrılarının doğuşunun ‘’evren bilimi’’ anlatılıyor bu satırlarda.
Yunan mitolojisini seviyor ve biliyorsanız muhteşem bir kitap, fakat bu konuda bilginiz yoksa elinizde sürünen bir kitap olur. Öncesinde mitolojiye dair bir ön bilgi şart. Ama ben sıfırdan bu konuyu öğrenmek istiyorum derseniz, tabii ki bu anlamda da okunabilir bir eser.
İşler ve Günler:
Yunan didaktik (biçimsel yönden şiire benzemekle birlikte şiir değeri taşımayan, gerçek ereği bir düşünceyi aşılamak, belli bir konuda öğüt vermek, bilgi aktarmak vb. olan koşuk yazı) şiirinin ilk örneği olarak kabul ediliyor. Hesiodos kardeşi Perses’e ve dolayısıyla dönemin insanlarına sesleniyor aslında. Adalet, erdem, dürüstlük, cömertlik, dostluk, gündelik işler, hak, hukuk, insan ilişkileri, ev ve aile gibi birçok konuda realist ve kesin görüşlerini sunuyor. Ayrıca tarım ve denizcilik üzerine de işlevsel bilgiler veriyor. Uğurlu ve uğursuz günlere de uzun uzun değinmiş. Kadınlara karşı bakışını okumak pek hoş değildi tabii ki. Birçok yönden MÖ 8.yüzyılı yansıtan bir eser olmuş aslında.
‘’Theogonia’’ ile ‘’İşler ve Günler’’ birbirinden ayrı kitaplar olsa da Hesiodos’tan günümüze kadar ulaşabildiği için çok değerliler. Bu sebeple beraber derlenip yayınlanması nokta atışı olmuş. Her iki eseri bitirdiğinizde kendinizi 80. sayfada buluyorsunuz; okuduklarınızı içselleştirmek, anlamak ve kavramak için ise önünüzde uzun bir inceleme uzanıyor. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ve İsmet Zeki Eyüboğlu, son sayfalara eklenen sözlük ile her satırı emek kokan bir kitap bu. Dediğim gibi mitolojilere ilginiz varsa kitaplığınızda bulunması elzem kitaplardan biri.
Puanım: 8/10
4. KÖŞEDEKİ YAŞLI ADAM – BARONES ORCZY
On vakanın dokuzunda, para suçun anahtarıdır. /s. 86
Polisiye klasiklerinin üçüncü kitabı birbirinden farklı suçların sahne aldığı bir eser. Fakat işin ilginç tarafı suçlar değil, suçları oturduğu yerden çözüme kavuşturan yaşlı bir adam. Bir çay salonunda gazeteci Polly Burton ile paylaştığı detaylar, aynı zamanda elinden düşürmediği ipiyle bambaşka bir figür.
İsmini bile bilmediğimiz bu yaşlı dedektifin çözdüğü suçlar, halkın her gün elinde tuttuğu gazetelere düşen olaylardan bazıları. Bu haberleri okuduktan sonra hiç üşenmeden bu mahkeme salonu senin, şu mahkeme salonu benim kafasında gezinip olaylar içinde yer alan önemli kişilerin fotoğraflarıyla çay evinin mülayim masasını renklendiren, sırf analiz kasan bir amcamız bu. Analizlerini sunuyor ama halka sunmuyor, bu nedenle pek hoşuma gitmeyen dedektif hikâyelerinin ortasında buldum kendimi. Polly Burton ve benden başka kimselerin ruhu duymadı ki. Yani aslında çözüme kavuşan suçları değil, yalnızca dedektifin ilgisini her açıdan cezbeden ve skandal yaratan olayların gerçeğini öğrenmiş oldum. Açıkçası beni tatmin etmedi. Katillerden, hırsızlardan sahtekârlardan bazılarının gerçek yüzlerini herkes öğrenemediği halde, onlar yaşadıkları hayatta yaptıklarının bedelini ödeseler bile içim rahat etmedi. Keşke açığa çıkarılması gereken suçlar, herkes için aydınlatılabilseydi…
Olaylar ve gelişmeler yaşanırken diyalog bolluğu, yersizliği ve karmaşık anlatım tarzı yüzünden hafiften sinir uçlarımla oynadı yazar, yine de dedektifin inanılmaz nokta atışları sayesinde gerçekleri öğrenmeye çalışmak ve meraklanmak keyifliydi. Fakat yazarın dilini sevemedim. Kadın bir yazar olmasına rağmen kadınları aşağılayan bir tarafına şahit olmak pek şaşırttı beni. Daha sonrasında hayatına baktığımda şaşırmamın yersiz olduğunu anladım. Çevirmen, oyun ve roman yazarı, aynı zamanda ressam olan; yaşamı boyunca sanata adanmış bir kişiliğin savaşları değil de barışı desteklemesini beklerdim. Birinci Dünya Savaşı için kadınların erkekleri yüreklendirmesini, savaşa gitmeleri için ikna etmelerini talep etmiş… Bu konuda bir birlik bile kurmuş: İngiltere’nin Kadınları’nın Aktif Hizmet Birliği. Macar asıllı İngiliz romancı Orczy, köklü bir ailenin mensubu bu arada. Aristokrasinin üstünlüğüne inanmış hep. İngiliz emperyalizminin ve militarizminin destekçisi olmuş yaşamı boyunca. Edebiyat ve sanat ile senli benli bir yaşam sürdüğü halde, siyasi görüşlerinin aşırı uç noktalarda olması çok ilginç. Hayatı hakkında daha fazla araştırma yapasım geldi, çünkü ne yaşadığını merak ediyorum doğrusu. Onu bu kafa yapısına iten sebepler ne olabilir?
Köşedeki Yaşlı Adam, klasikleşmiş polisiye edebiyatının örneklerinden biri. Gizli kimlik, isimsiz bir motif ne kadar heyecan verici görünüyor değil mi? Fakat bu belirsizliğin gittiği yerin de belirsiz oluşu beni yordu. Bazen gerçekler yetmez, gerçekleri duyurmak da lazım arada bir.
Puanım: 7/10
5. YAKICI SIR – STEFAN ZWEİG
Hiçbir şey zekâyı tutkulu bir kuşku kadar bileyemez. Hiçbir şey olgunlaşmamış bir zihnin bütün olanaklarını karanlıkta kaybolan bir iz kadar harekete geçiremez. Bazen çocukları bizim gerçek addettiğimiz dünyadan ayıran sadece incecik bir perdedir ve rastlantısal bir rüzgârla açılıverir. /s. 36
Zweig’ten okuduğum dokuzuncu kitap Yakıcı Sır oldu, ve yine diğerleri gibi sevdirdi kendini. Zweig’in ince kitaplarını gören çoğu okurun bakışı küçümsemeyle dolsa bile hiç de küçümsenmeyecek bir kaleme sahiptir yazar. Zweig’in kitaplarını çerezlik gören belli bir kesim yüzünden insanların çoğuna basit ve zevksiz bir seçimmiş gibi gelir. Aslında tam tersi bir durum vardır eserlerinde. Sayfa sayısı bakımından göz dolduran kitapları pek bilinmez ve ince denilip kenara atılan kitapları ise mükemmel bir okuma deneyimi sunar.
Yakıcı Sır gibi mesela. Kitap başlığından bile insanın karanlık doğasını çağrıştırır. İçinde ise hiçbir kelimesi boşa yazılmamış, akıcı ve sürükleyici bir anlatımın eşlik ettiği, her seferinde merakımıza yenik düşeceğimiz sırlar vardır.
Edgar, 12 yaşında, hasta ve yalnızlığa terk edilmiş bir çocuk. Başına gelen olaylar yüzünden bir çocuğun nasıl olgunlaştığını ve yetişkinliğe giden yola doğru yürüdüğünü gözler önüne seren bir novella yani kısa roman. İnsanın çocukluğunda sevgisizliği ve yalnızlığı tatmak zorunda kalması pek hüzünlü. Üstelik bu tadımın tecrübe edilmesinin nedeninin kötü bir olayın yaşanması ve zorbalıklara maruz kalmak olması daha trajik kılıyor kitabı. Çünkü yaşamı boyunca maruz kaldığı bu sürecin izlerini hiç silemeyecek belki de. Unutsa bile, bilinçaltında ya da yüreğinin derinliklerinde kalanlar bir gün yüzeyde acımasızca kendini gösterecek…
Yakıcı Sır’ı bir çocuğun gözünden okuyacağımı düşünmemiştim hiç. Çünkü kitap, kısa bir tatil için Avusturya Alplerine giden bir baronun bakış açısından başlamıştı. Çapkın ve yakışıklı bu adamın tek derdi biraz eğlenmek ve zararsız bir flörtle gününü gün etmek… Fakat unuttuğu bir şey var; Edgar’ın annesini yoldan çıkarmaya çalışırken, çocuğun elinde köşeye sıkışacaktır. Baron gönül işlerinde kendini çok yetenekli görür, kafasına koyduğunu elde etmek onun için çok kolay olmuştur her zaman. O bir kadın avcısı… Lakin bu kadar özgüvenli olmasına rağmen, bu ıssızlığı yerleşke edinmiş bir otelin yemek salonunda bir kadınla yakınlaşmak için, neden ilk adımda kadının oğluna yaklaşır? Belki de önce kadına doğru adım atmaya çalışsaydı, çocuk yaşananları çözümlemeye çalışıp adamın planlarını suya düşürmeyecekti. Çünkü çocuk zaten yetişkinlerin hayatında bir eşya gibi. Baronun da onu görmezlikten gelmesi pek etkilemezdi, ıssız otelde öylesine sıkılmaya devam ederdi. Neyse ki öyle olmadı. Baron hain amaçları için Edgar’ı kullandı, her şey güzeldi, iyiydi. Sonra işler ikisi için de iyi gitmemeye başladı.
Çocuk psikolojisini resmeden, çocuk- yetişkin ilişkilerine ve ebeveynliğe dair dokundurmalar yapan müthiş bir kitaptı. Çocuklar masum oluşları nedeniyle, bazen bizim görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz, gözlerimizi sıkı sıkı yumduğumuz gerçekleri farklı bir açıdan yorumlayabilirler. Bir çocuğun yüreğine, içimizdeki çocuğa arada bir ses vermeyi ihmal etmeyelim.
Puanım: 9/10
6. MAHALLE KAHVESİ - SAİT FAİK ABASIYANIK
Doğru, yalnız hayalle geçiriyorum; ben yalnız hayal kuruyorum. /s. 22
Sait Faik’ten okuduğum üçüncü öykü kitabı oldu Mahalle Kahvesi. Edebiyatın gözlem gücünü yansıtan bir yazarın satırlarıyla dolu öykülere ev sahipliği yapıyor bu kitap. Bir kenara oturup ya da sokakları arşınlayıp insanları izleyen, insanları anlatan bir yazar Sait Faik. İşi gücü yazmak, yalnızlığıyla baş başa kalıp yalnızca yazmak olan Sait Faik’in öykülerine bayıldım.
Öykülerin sonunda Orhan Veli’nin Sait Faik hakkında bir dergide yayınlanmış yazısı karşıladı beni. Bu yazıyı okuduktan sonra Sait Faik’i anlamak ve tanımak daha kolay oldu. Yani yazar ve öyküleri hakkında hissettiklerimin daha fazlasını Orhan Veli -onu yakından tanıyan bir şair olarak- mükemmel bir şekilde yazmış.
İçerisinde birbirinden farklı hikayeler barındıran bu kitap okunmaya değer. Birçoğu hüzünlü ve yaşamdan yoğun izler taşısa bile o dramatik havası huzur veriyor. Öykülerini fotoğraf karelerine benzettim; yaşamdan alınmış bir kesit gibi hepsi. O anı anlatıyor ve sadece onu hissediyorsunuz, sonraki süreç için hiçbir bilgi ve kayıt yok. Yaşamı ve bu hayatı yaşayan insanları da böyle kaleme almış Sait Faik. Sokaktayken yanında geçeni anlatıyor ve bitiyor, sonrası yok. Belirsiz noktalarda bitiyor öyküleri, ama o anı yaşarken ve size okuturken zevk vermesini biliyor, çünkü olağanüstü bir dili var yazarın. Düzensiz, serseri bir anlatım bu. Ayak uydurmanız gereken kurallar yok. Bu tür kitapları severim nedense. Öykülerin ders verici bir niteliği de yok, siz istediğiniz duyguyu ve düşünceyi alabilirsiniz tadında olmuş.
Puanım: 9/10
Not: Kitapların sonuna eklediğim ''(detaylar için)'' bölümü 1000kitap uygulamasına aittir. Kitapların puanlarına, tanıtım bültenlerine, incelemelere ve alıntılara bu alanlardan ulaşabilirsiniz.
Yorum Bırakın