Toplumun Patolojisi ve Estetik Normlara Bir Başkaldırı: The Substance

Toplumun Patolojisi ve Estetik Normlara Bir Başkaldırı: The Substance
  • 5
    0
    0
    1
  • Türkçeye “Cevher” adıyla çevrilmiş olan The Substance (2024), Coralie Fargeat’in yönettiği,başrolde Demi Moore’un oynadığı bir beden-korku (body horor) filmi. İlk katmanda, günümüzde medya ve toplum tarafından özellikle kadınlara empoze edilen gençlik, güzellik, estetik, dış görünüş normlarını ve tüm bu benimsenen ve benimsetilmek istenen değerlerin, kadın üzerinde yarattığı baskının ne kadar ileri gidebileceği anlatılmış. Elisabeth Sparkle (Demi Moore), bir yıldız olarak 50. yaş gününde yaptığı programın ardından, kanal patronunun (Harvey) kendisini “Jurassic” olarak nitelendirdiğini duyar. Patronu bu tabirle, artık eskidiğini, yaşlandığını ve modasının geçtiğini ifade etmekte ve seyircinin daha genç ve güzel bir karakter görmek istediği belirtmektedir. Yaşlanmanın etkileri zaten yüzleşmekte olan Elisabeth aynı gün bir trafik kazası geçirir ve hastanede genç bir doktorun, yumurta sarısı paltosunun cebine bıraktığı bir flash bellek ve arkasındaki numara ile “Substance” denilen madde ile tanışır.

    Bu noktadan sonra spoiler içerir!

    https://miff.com.au/program/film/the-substance

    “Kendinin en iyi versiyonu” olma vaadiyle bu madde, günümüz kozmetiklerinin ve cerrahi estetiklerin sunduğu her şeyi – ve hatta daha fazlasını – vaat eder; gençlik, güzellik ve mükemmeliyetin ötesinde, ideal görünüm arzusunu da beraberinde getirir. Elisabeth yedişer günlük döngüler ile kendisi ve kendisinden yaratılan en iyi versiyonu arasında gidip gelecek olan döngüyü, bu maddeyi kendisine enjekte ederek başlatır. "Madde"nin film boyunca vurguladığı şey ise: “Unutma, ikisi de sensin!”. Fakat döngü birkaç defa tekrarlandıktan sonra Elisabeth kendi benliğini adeta kaybeder. Sue (Margaret Qualley), Elisabeth’ten “çalmaya” başlıyor ve burada çürüme başlıyor. O kadar ki Elisabeth, Sue’nun fotoğrafını gördüğünde kendisini olduğu haliyle beğenip, güzel bulan bir adam ile randevusuna bile yeterince güzel ve Sue gibi görünmediği için gidemez. Bu sahnede, Elisabeth'in içindeki öfkeyi kırmızı elbisesinden de görebiliyoruz. Aynanın karşısına geçip makyajını defalarca değiştirir, rujunu defalarca çıkarıp tekrar sürer ve en sonunda kırmızı rengi yüzünün her yerine bir cinnet halinde dağıttığını görürüz.

    Sue, her iki kadın da kendisi olmasına rağmen, Elisabeth’in sadece yemesinden şikayet ederken; Elisabeth ise Sue’nun partilerinden, pervasızlığından şikayet eder Giderek ikisi de hırçınlaşırken en sonunda birbirilerini yok edecek raddeye varır. (Burada kadının üç yüzü; bakire, kadın, yaşlı kadın döngüsü ile de bağlantı kurulabilir ve bu açıdan daha detaylı analiz edilebilir.) Medyanın, toplumsal güzellik normlarının dayattığı, bireyin özü tarafından yeni bir benlik kazandırılmışçasına makyaj yapılıp, giydirilip adeta reklam panolarında metalaştırılarak satışa sunulması seyircinin gözünün içine sokulurcasına eleştiriliyor. Bu durumun “öz”ün, benliğin, tüm bedenin ve varlığın kaybına kadar sonuçlanabileceğinin altı net bir şekilde çizilmiş.

    Açılış sekansında steril bir zemin üzerinde, kırılmış bir yumurtanın sarısına enjekte edilen kimyasal bir madde sonucunda, yumurtanin bölünme geçirerek çoğalmasını görüyoruz.  Yumurtanın kabuğu metaforik olarak içinde hayatı barındırır. Zorlukların içindeki potansiyeli görebilme, dış görünüşe değil içeriğe önem verme gibi metaforik anlamları ifade eder. Yumurtanın kendisi yaşam döngüsünün, yeniden doğuşun ve potansiyelin bir simgesidir. Yumurtanın koyu sarıya çalan rengini, karakterlerin giydiği kaban üzerinde de film boyunca görüyoruz. Bu yumurta sarısı rengi; doğallığı, sağlığı ve bütünselliği ifade eden bir renk olduğundan, bu renkteki yumurtalar "doğal" veya "organik" bir imaj yaratır. Filmin ilerleyen sahnelerinde karakterin üzerine adeta atarak geçirdiği yumurta sarısı kaban, içteki yapaylığın, bozunmanın üzerine örtülmek istenen doğallık, bütünsellik maskesi gibi bir hal alıyor. Hatta bri sahnede Elisabeth, elektrikli el mikseri ile yumurta sarısından adeta bir havuza oluşturup beyaz saçlarını sarı bir çamurla kaplıyor.

    Çok etkilendiğim filmlerden olan Aster’in “Midsommar” filminin açılışında, filmde olacaklar bir resim üzerinden anlatılır. Aynı teknik burada da izlenmiş gibi görünüyor; Elisabeth’in yıldızı; Hollywood Walk of Fame (Hollywood Şöhret Yolu)'nda işlendikten sonra üzerinden uzun bir zaman geçiyor, yıldız yıpranıyor ve çatlıyor. Sonunda ise adeta bu yapaylığa bir vurgu daha yaparcasına yıldızın üzerine düşen fast food yemek ve yıldızın üzerine kan gibi saçılan ketçabı, yemeği döken bir adam silmeye çalışsa da ketçap her yere bulaşıyor. Başta yer alan bu sahne ile filmde olacakların bir özetini görüyoruz. Olayların ters bir şekilde gideceğini gösteren bir sahne de Elisabeth hakkında konuşulanları duyduktan lavaboda suyu açtığında suyun akış yönünün tersine akıyor olması. Yakın plan çekimler, kullanılan renkler, uzun ve dar koridorlar ise film boyunca seyirciyi rahatsız eden, karakterin psikolojini direkt yansıtan türden.

    Filmin en grotesk sahnelerinden biri ise Dennis Quaid’in canlandırdığı erkek egemen bakış açısına sahip, zengin, lüks yaşama sahip Harvey’in, Elisabeth ile restaurantta otururlarken yediği karides sahnesi. Karides alçakgönüllülüğü, egonun ötesinde kalmayı ve sade yaşamı simgeler; hem deniz suyunda hem de tatlı suda yaşayabilen bir canlı olduğu için uyum sağlama becerisini, hayatın zorlu koşullarına ayak uydurmayı ifade eden güçlü bir semboldür. İnce kabuğu, savunmasızlığı ve kırılganlığı anlatır ki dış görünüşün yanıltıcı olabileceğini, içsel olarak daha hassas ve korunmaya ihtiyaç duyan bir yanı ifade eder. Oldukça yakın plandan çekilen bu sahnede Harvey’in karideslerin kafalarını koparır ve etrafa döke saça karidesleri, Elisabeth’in gözlerinin içine bakarak yer. Çok vurucu bir sahne.

    https://compote.slate.com/images/c20ca4ac-2077-4b4e-8b16-03d85173691c.jpeg?crop=1560%2C1040%2Cx0%2Cy0&width=1280

    Bilindiği üzere sinemada renkler, bir sahnenin atmosferini, karakterlerin duygusal durumlarını ve hikayenin temasını derinleştirmek için kullanılır. Başta isim ve bedenden ibaret olan Elisabeth, yıllar geçtikçe estetik halini, elastikiyetini, bedeninin tazeliğini yitirdikten sonra işlevsiz hale gelen bir isimden ibaret oluyor. Tüm bunları kaybetmenin etkisindeki karakterinin içindeki boşluk, yalnızlık ve yalıtılmışlığı döngünün Elisabeth tarafında kullanılan soğuk renklerden anlıyoruz. Elisabeth’in olduğu sahnelerde kullanılan renkler gri, lacivert gibi soğuk renkler. Soğuk renkler, karakterlerin kendilerini yalnız, uzak ya da izole hissettikleri durumlarda kullanılır. Özellikle içsel çatışma veya yalnızlık temaları olan sahnelerde tercih edilir. Elisabeth’in geniş, boş bir salonda duran tek tablo kendisinin büyük bir resmi, başka hiçbir estetik öge yok. Elisabeth, “Substance” paketini almaya giderken eski, bakımsız, fakir, yıkık dökük bir mahalleden geçip uzun siyah, dar ve uzun bir koridordan geçiyor. “Substance” bu koridorun sonundaki bembeyaz, laboratuar ortamı gibi adeta yapay, boş bir odanın içindeki kilitli dolapta bulunuyor. Bilim kurgu ya da teknolojik ortamları anlatırken, soğuk tonlar steril ve yapay bir atmosfer yaratır.  

    https://static1.colliderimages.com/wordpress/wp-content/uploads/2024/10/the-substance-set-design.jpg?q=70&fit=crop&w=1140&h=&dpr=1

    Sıcak renkler ise, kırmızı ve sarı tonları içerir ve filmlerde daha enerjik, sıcak veya canlı bir his yaratır. “Daha iyi versiyonu” olan “other self” benlik olan Sue döngüsünde ise pembeleri, turuncuları görüyoruz. Toplumda geleneksel olarak kadınlıkla ilişkilendirilen pembe, kadın karakterlerin duygusal veya kırılgan yanlarını öne çıkarır ama aynı zamanda pembe tonları, bir karakterin hayal dünyasında olduğunu veya gerçeklikten uzaklaştığını da sembolize eder. Özellikle fantastik veya stilize edilmiş sahnelerde pembe, fantezi ve hayalperestlik hissi yaratır. Sue’yu pembe parlak mayosu içinde ikinci döngüsünün başında Elisabeth’in soğuk, lacivert tondaki büyük resmini salondan kaldırdığını görüyoruz.

    Banyoya açılan kapı ise bana bilinçdışına açılan bir kapıyı andırdı. Filmin ilk katmanında kadına, bedeninin metalaştırmaya, dayatılan görsellik algısının yarattığı baskıya eleştiri gibi okunurken bir yandan da “benlik” sorununu da ele alıyor alt metinde. Kullanılan kelimelere dikkat edersek; “matrix” ve “self”. “Self” kelimesinin tam Türkçe karşılığı yok; “self”, “bireyin kendi iç dünyasını, kimliğini, düşüncelerini, duygularını ve karakterini ifade eden bir terimdir. Felsefi açıdan bireyin kendini algılama biçimini, kendi kimliğini nasıl tanımladığını, içsel özelliklerini ve dış dünyayla olan ilişkisini anlatır; aynı zamanda bireyin kendi içsel "öz"üyle olan ilişkisini ve kimlik duygusunu da ifade eder. “Matrix”i tanımlamaya çalışmak ise başlı başına bir kitap konusu olabilir ancak genel anlamda "kaynak" veya "temel ortam" gibi anlamlara gelir ki “Kaynak sensin” cümlesini filmde sık sık duyuyoruz. Yani matrix; bir şeyin oluştuğu veya bir şeyin iç içe geçmiş bir yapıda organize olduğu ortam; fakat insanların gerçeklik algısını kontrol eden yapay bir evreni veya simülasyonu simgeliyor mu filmde bu da ayrı bir tartışma konusu.

    Yazacak daha çok şey var; bıldırcın yumurtası kabuklarından, mutfaktaki tavuk sahnelerine, tavuk kanatlarından yerlere düşen organlara kadar ama çok uzun oldu bu haliyle bile. Bu sbeeple filmden bir alıntı ile yazıyı kapatayım artık:

    “Dengeye saygı gösterin.”


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.