Ne demiştik, bekleyişler, anlamlar, mesafeler, günlükler, tabii ki sonbahar, aylar, isimler falan... Hiç gerek yok, sessizlik çözüyor zaten her şeyi, bomboş okullara bırakıyorum hepsini. Bir gün çıkıp kaldırımda yürürken yere baktığımda taşlar arasından delicesine fışkırmış, her şeye rağmen yeşil ve sessiz otlar takılırsa peşime dandik şehirlerde yaptığım gibi anlamlar aramayacağım. Şehir değiştirince kaybolduğum, ikinci elcilerin çokça mesken tuttuğu ara sokakları unuturken aklıma geliyor şehirlerin değiştiği. Yıkık, dökük, viran hem de kayalık mahalleler üstüne tünemiş gofret formunda evlerin duvarları arasında sakinlerinin kapıldığı şeyleri bir düşünsene. Kışı atlatınca evin kalanı tamamlanacak ve inşa serüveni tüm kahveye anlatılıp haset yoklaması çekilecek. Bitirim geçinen, arkadaşlarının arasında sırf mondiali diğerlerinden daha ışıklı, civcivli diye itibar gören; yanları tıraşlı, dayısının göz bebeği, işbilir, müzmin bekâr aslan parçası; babasının karşısına çat diye çıkıp söylemek varken kasvetli bir akşam yemeği sırasında pilavın ortasına kaşığı saplayacak. Çocuk evlenmek istiyor belli ki. Neyse o da seneye artık, çünkü askerlik var daha. Kayalığın altında hangi şehir kayıp peki? Antik dakikalara gidelim şimdilik, hiçbir hissin, park sorunlarının henüz antikalaşmadığı kitonlu zamanlara. Şimdide aranan tüm gizemler birilerinin yan komşusu, adalet sarayı, stadyumları yahut kuruyemişçi dükkanıydı. Düşünsene, Afyon otogarının bundan yüzyıllar sonra toprağın altında bulunduğu anı. Gideceği yer çare olsun diye kalkış saatini bekleyen adamın hangi kayalığın vatandaşı olduğu bu kazı çalışmasında bulunabilir miydi? Öylesine yaktığı sigarayı ağzında unutan dalgın babanın aklından ne geçiyordu, aykırı düşüncelerini nasıl da belli etmiyordu ve hangi arkeolog keşfedebilirdi bunu? Ancak kil tablette sahtecilik yapan adamı keşfedin siz. Bu belgeden yola çıka, falan yazıttan öğrenilen kadarıyla, filanca dönemin alışkanlıklarından anlaşılan kadarıyla bu kadar oluyor işte. Her şey yarım yamalak. Nabzı atan herkes "zannediyor" sadece. Halbuki herkes kendi işini kendi yapıp kaydetse zamanlarını. Rüyalarını anlatsa bir kâğıda, düşündüğü manzaraları ya da hayalleri resmetse bir kenara ya da iliştirilse bir mezara keskin hatlarla... Ondan sonra kim arardı anlamları kadim zamanlarda. Hazır kanıt işte. Ortada ne karmaşa yaratacak anlamlar ne de anıtlar kalırdı. Gerçi bir dönem ne kadar şeffaf olabilirdi ki?
Değişen anlamlar tırmalıyor alnımızı. Çaresiz yaşamlar gözümüzün önüne örnekleriyle geliveriyor. Düşününce ne çok anlam var tek bir hayatta? Var olurken bilmediklerimizi anlatan çocukluk yıllarımın mahallesinde haddinden fazla sümüklü yaşıtlarla çeşmeye varmak ne söylemişti bana, ne fısıldadı her birimizin kulağına? Bir milenyum senesinde evin oradaki parkın, park olmadan önceki halinde yürüyor gibiyim. Koyu yeşil üçüncü dünya ülkesi bitkileri arasında pis kokanlar, çalılar, ayı dikenleri, henüz fidanlar ve yanımda bir arkadaşım var topraktan fışkıran her boku cesurca yiyen. Dayısı demiş "bu ot çok şey" diye, bak sen şu afacana. Sonra en az "afacan" kelimesi kadar canımı sıkan bir iklim var tepemde. Gri, soğuk mu sıcak mı belli değil. Her belirsizliğin eşiğine takılınca ilkokulda yerli malına kola getiren bir diğer sınıf arkadaşımın tutarsız icatları gibi; hiçbir yere varmıyor sanki anlamlar. Sesteş yalnızlıkların ortasında dar gelince anlamlar, duruma göre deniz veya beton manzaralı pencerelerini kapatıp kabız esnaf muhabbetleri arasında yitip gidiyor. Bu kez geriye kalan kurak soğuk ve çam ağaçları. Her dönemin bir kokusu da var. Hatırladıkça burnumu yoklayıp giden... Lise çok güzel değildi. Taze alınmış fotokopiyle karışık kantin kokusu bir kez daha nefret ettiriyor kendinden. Şimdiki aklım olsa yapacağım şeylerin sayısı yapmayacağım şeylerden fazla olan yıllar, çoğu zaman bir pişmanlık taşısa da yanında biriktirdiğim onca güzel anıyı unuturken hiç nankörlük etmeyeceğim, fena zamanlar değildi. Güzel kokular da vardı. O günlere kadarki en güzel gülüşleri o zaman görmüştüm mesela. Sonra rüyalarımı kaydettiğim bir ajandam vardı, her gün bir şeyler yazmaya vakit ayırmışım. Şaşıyorum kendime, günün şarkısı falan var attığım her tarihin altında. Şimdi yankılı geliyor hepsi. Kontrastı yüksek zamanlarmış.
Her gün bir yerde aradığım anlamda ilk hatayı da o zaman yapmıştım. Deminki güzel gülüşe aldanmış ve hatrına saatlerce şarkılar söylemişim. Filmler izleyip nice sabahlar etmişim. Ben de rol yapmışım ara sıra. Hatta dört duvarı deniz kabuğundan evlerde yaşamak istemişim bir aralar, e olmamış. Zaten anlamı da yok şimdiden sonra. Bozkır bayatlığından yeni yetme metropol karmaşalara açılıyor kapılar. Sana sitemim değil bu yahut hatırlatmalar. Bilakis, ardında bıraktığın yıllarını, saatlerini, gecelerini, yıldızlı balkonları; kısaca bardağın falanca tarafından bakıp aslında hiç baktığın gibi göremediğin leyla uğultularına bir son söz, son bir merhaba ve elveda.
- 𝘨𝘪𝘳𝘢𝘺
Yorum Bırakın