Çok tartışılan, karşımıza çıktıkça bi noktada üzerine düşünmek zorunda kaldığımız bir ikilem var. Sanatçıyla eserini, yaptığı işi birbirinden ayırmak mümkün mü? Bir esere; sahibinden bağımsız, objektif bakabilir miyiz?
Sosyal medya hayatlarımıza girdiğinden beri, hayranı olduğumuz sanatçıların daha ''ulaşılabilir'' olmasıyla, hayatlarına da hakim hale geldik. Hatta bu ulaşılabilirliğin yanı sıra yaptığımız yorumlarla, neredeyse sanatçı üzerinde kendimizi söz sahibi hissetmeye başladık demek yanlış olmaz. Oysa ki bu sadece bir his. Eser ve sanatçıya ulaşma kolaylığımız bize doğrudan bi ''söz hakkı'' mı doğuruyor? Böyle bir hakka sahip olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil gibi duruyor. Mesela toplumsal bi olay karşısında, hayranı olduğu kişiden beklediği ya da o kişiye yakıştırdığı tutumu göremediğinde; hayranlık müessesesini terk edip, adeta bir linç akımı başlatanlar, son yılların modası cancel culture vs gibi durumlar, neredeyse her gün sosyal medyada tanık olduğumuz haller.
Medusa Yayınları'nı duymuş olmalısınız. Henüz çok yenir bir yayınevi ama, sadece kadın yazarların eserlerini basacaklarını duyurarak ortaya çıktılar ve şu ana kadar da 4 harika kitap yayımladılar. Bunlardan biri de ''canavar sanatçılar ve eserleri'' sorununu işleyen bi deneme kitabı. Claire Dederer - Canavar.
Eser sahibiyle eseri arasında tutarlılık arayan, bir şekilde sandığımız gibi olmadığı ortaya çıkan sanatçıların yapıtlarını nasıl görmesi gerektiği konusunda bazen ikileme düşen biriyim. Kitabı okurken, bu soruna dair net bir cevap bulacağım umuduyla başladım fakat okumamın sonucunda böyle bir netliğin söz konusu olamayacağı netleşti kafamda sadece. Kitaptaki ''Bu yeni düzende nasıl hareket edeceğimizi, hatta ne hissetmemiz gerektiğini bilmeyişimizden normal bir şey olamaz.'' cümlesi beni bi nebze rahatlattı aslında. Bu konuda ikileme düşme konusunda yalnız olmadığımı yeniden fark ettim.
Bu, dünyada da çok gündem olan bi konu. Hollywood'un ünlü yapımcı ve yönetmenlerinin, oyuncularının ya da şarkıcılarının bir çok skandalına tanık olduk. Milyonlarca hayrana sahip olan, her istediğine erişme imkanı olan o ''ilahların'' nasıl canavar ruhlu olduklarını, kırılgan egolarını ve korkunç kibirlerini gördük. Ün ve dünyanın her yerindeki hayranlar, sahip oldukları egoyu belki açıklayabilir ama bu durum onlara mobbing yapma, nefret söylemlerinde bulunma, pedofili gibi suçları işleme özgürlüğü mü veriyor? Yanıt elbette ki hayır. Hiçbir insanın böyle hakları yok tabii ki. Bu noktada kitaptaki şu cümle kurcalıyor zihnimi, ''suçu insan işliyor ama lekelenen eser oluyor. Biz izleyicilerin de bu durumla başa çıkması gerekiyor.''
Roman Polanski'nin tecavüz faili olması, onun yaptığı filmleri kötü yapmaz elbet ama onun bir canavar olduğu gerçeğini de değiştirmez. Böyle bi durumda failin kendisine karşı tutum almak zor değil, fakat ürettikleri? Artık o ''iyi'' filmleri de mi failin suçuna ortak etmeliyiz?
Ülkemizde de çokça örneği olan bir durum bu. Son günlerde Ahmet Kural üzerinden çok tartışılıyor mesela. Kendisinin şiddet faili olması, bu konuda ceza almaması ve bugün devletin resmi yayın organında iş yapıyor olması üzerinden bir tartışma dönüyor. Aklıma daha pek çok isim geliyor şiddet veya tecavüz faili olan. Çoğu da farklı kesimlere hitap eden, herkesin tanıdığı, çokça takip edilen ve çok kazanan insanlar. Claire Dederer kitapta bizlere ''tüketici'' olarak aslında çok da büyük bi rolümüz olmadığını hatırlatıyor. ''Doğru yanıt yok. Doğru yanıtı bulma sorumluluğu sizde değil. Hissettiğiniz sorumluluk bir hurafe, tüketici olarak acınası derecedeki sınırlı rolünüzün pekiştirilmesinin bir aracı'' demiş.
Gördüğüm kadarıyla bizdeki tartışmaların, dünyanın genelinden biraz farklı bir yönü var. Faile karşı tutum, o kişinin kimliğine, yani mahallesine bakılarak belirleniyor. Bu da bizdeki aidiyet hissiyle alakalı olsa gerek. Ahmet Kural konusunda tereddütsüz tavır geliştiren kişi, Yılmaz Güney söz konusu olduğunda ''ama sinemacılığıyla kişiliği ayrı'' diyerek büyük bir çelişkiye düşebiliyor. Yani aslında büyük çoğunluk şahsi tavrından ziyade, ''mahallesinin'' gerektirdiği bi görevi yerine getiriyor sadece.
Konu bununla da sınırlı değil. Canavar ruhlu sanatçıya karşı tavır alanların ekserisi, aynı tavrın genele yayıldığını görmeyince, öfkesini daha da büyüterek sanat eserini tüketenlere yöneltiyor. ''Nasıl olur da onun kitabını okursun?'', ''O filmi hala izleyebiliyor olmana inanamıyorum.'', ''Demek ki sen de onun gibisin.''
Burada sorun şu ki; canavarı cancellayan tüketici, çok yüce bir davranış içinde olduğuna inanıp, başkasında benzer yaklaşımı görmeyince öfkeye ve kibre kapılıyor. Bu da benim nazarımda sanat - sanatçı ikileminden çok, eser - tüketici çatışmasını daha önemli bi mesele haline getiriyor. Doğrusu kendim de bu yanılgıya düşüyorum çok defa. Oysa ki Claire Dederer kitapta ''sanatı tüketme biçiminiz sizi kötü ya da iyi bir insan yapmıyor.'' diyerek görmek istemediğimiz gerçeği ortaya koymuş.
Konunun özüne dair ''ne yapmalıyız?'' sorusuna karşı açık bir cevap arayıp bulamamış olsam da; yeni sorular sormamı sağlayarak zihnimi hem yoran hem de kendimle yüzleştiren bi okuma denemiydi Canavar. Medusa Yayınları, bu kitabı Türkçe'ye kazandırarak harika bir iş yapmış. Yeni kitaplarını da merak ve heyecanla bekliyorum.
Medusa Yayınları'nı duymuş olmalısınız. Henüz çok yenir bir yayınevi ama, sadece kadın yazarların eserlerini basacaklarını duyurarak ortaya çıktılar ve şu ana kadar da 4 harika kitap yayımladılar. Bunlardan biri de ''canavar sanatçılar ve eserleri'' sorununu işleyen bi deneme kitabı. Claire Dederer - Canavar.
Eser sahibiyle eseri arasında tutarlılık arayan, bir şekilde sandığımız gibi olmadığı ortaya çıkan sanatçıların yapıtlarını nasıl görmesi gerektiği konusunda bazen ikileme düşen biriyim. Kitabı okurken, bu soruna dair net bir cevap bulacağım umuduyla başladım fakat okumamın sonucunda böyle bir netliğin söz konusu olamayacağı netleşti kafamda sadece. Kitaptaki ''Bu yeni düzende nasıl hareket edeceğimizi, hatta ne hissetmemiz gerektiğini bilmeyişimizden normal bir şey olamaz.'' cümlesi beni bi nebze rahatlattı aslında. Bu konuda ikileme düşme konusunda yalnız olmadığımı yeniden fark ettim.
Bu, dünyada da çok gündem olan bi konu. Hollywood'un ünlü yapımcı ve yönetmenlerinin, oyuncularının ya da şarkıcılarının bir çok skandalına tanık olduk. Milyonlarca hayrana sahip olan, her istediğine erişme imkanı olan o ''ilahların'' nasıl canavar ruhlu olduklarını, kırılgan egolarını ve korkunç kibirlerini gördük. Ün ve dünyanın her yerindeki hayranlar, sahip oldukları egoyu belki açıklayabilir ama bu durum onlara mobbing yapma, nefret söylemlerinde bulunma, pedofili gibi suçları işleme özgürlüğü mü veriyor? Yanıt elbette ki hayır. Hiçbir insanın böyle hakları yok tabii ki. Bu noktada kitaptaki şu cümle kurcalıyor zihnimi, ''suçu insan işliyor ama lekelenen eser oluyor. Biz izleyicilerin de bu durumla başa çıkması gerekiyor.''
Roman Polanski'nin tecavüz faili olması, onun yaptığı filmleri kötü yapmaz elbet ama onun bir canavar olduğu gerçeğini de değiştirmez. Böyle bi durumda failin kendisine karşı tutum almak zor değil, fakat ürettikleri? Artık o ''iyi'' filmleri de mi failin suçuna ortak etmeliyiz?
Ülkemizde de çokça örneği olan bir durum bu. Son günlerde Ahmet Kural üzerinden çok tartışılıyor mesela. Kendisinin şiddet faili olması, bu konuda ceza almaması ve bugün devletin resmi yayın organında iş yapıyor olması üzerinden bir tartışma dönüyor. Aklıma daha pek çok isim geliyor şiddet veya tecavüz faili olan. Çoğu da farklı kesimlere hitap eden, herkesin tanıdığı, çokça takip edilen ve çok kazanan insanlar. Claire Dederer kitapta bizlere ''tüketici'' olarak aslında çok da büyük bi rolümüz olmadığını hatırlatıyor. ''Doğru yanıt yok. Doğru yanıtı bulma sorumluluğu sizde değil. Hissettiğiniz sorumluluk bir hurafe, tüketici olarak acınası derecedeki sınırlı rolünüzün pekiştirilmesinin bir aracı'' demiş.
Gördüğüm kadarıyla bizdeki tartışmaların, dünyanın genelinden biraz farklı bir yönü var. Faile karşı tutum, o kişinin kimliğine, yani mahallesine bakılarak belirleniyor. Bu da bizdeki aidiyet hissiyle alakalı olsa gerek. Ahmet Kural konusunda tereddütsüz tavır geliştiren kişi, Yılmaz Güney söz konusu olduğunda ''ama sinemacılığıyla kişiliği ayrı'' diyerek büyük bir çelişkiye düşebiliyor. Yani aslında büyük çoğunluk şahsi tavrından ziyade, ''mahallesinin'' gerektirdiği bi görevi yerine getiriyor sadece.
Konu bununla da sınırlı değil. Canavar ruhlu sanatçıya karşı tavır alanların ekserisi, aynı tavrın genele yayıldığını görmeyince, öfkesini daha da büyüterek sanat eserini tüketenlere yöneltiyor. ''Nasıl olur da onun kitabını okursun?'', ''O filmi hala izleyebiliyor olmana inanamıyorum.'', ''Demek ki sen de onun gibisin.''
Burada sorun şu ki; canavarı cancellayan tüketici, çok yüce bir davranış içinde olduğuna inanıp, başkasında benzer yaklaşımı görmeyince öfkeye ve kibre kapılıyor. Bu da benim nazarımda sanat - sanatçı ikileminden çok, eser - tüketici çatışmasını daha önemli bi mesele haline getiriyor. Doğrusu kendim de bu yanılgıya düşüyorum çok defa. Oysa ki Claire Dederer kitapta ''sanatı tüketme biçiminiz sizi kötü ya da iyi bir insan yapmıyor.'' diyerek görmek istemediğimiz gerçeği ortaya koymuş.
Konunun özüne dair ''ne yapmalıyız?'' sorusuna karşı açık bir cevap arayıp bulamamış olsam da; yeni sorular sormamı sağlayarak zihnimi hem yoran hem de kendimle yüzleştiren bi okuma denemiydi Canavar. Medusa Yayınları, bu kitabı Türkçe'ye kazandırarak harika bir iş yapmış. Yeni kitaplarını da merak ve heyecanla bekliyorum.
Yorum Bırakın