Mitik öyküler ve fantastik anlatılar, bizde biraz da “iyi – kötü” çatışması üzerine konulur. Genelinin pek iyi iş çıkaramadığı bu metinler karikatüre daha yakın dururken; az sayıda başarılı olmuş eser ise aralarından sıyrılmayı başarır. Yine de anlatının, okuyucuda bıraktığı etki itibariyle hep “bir şeyler” eksik gibidir.
Andrzej Sapkowski’nin The Witcher serisi ise bu konuda ayrı, çok ayrı bir yerde yer alarak bize hayatın, gerçekliğin, olayların hiçbir zaman siyah ve beyaz kadar net olamayacağını gösterir.
Üstelik bunu toplumsal gerçekçi bir formda da yapmıyor Sapkowski. Fantastik bir eserde; “kahraman” kavramının en çok “suistimal” edildiği bir alanda icra ediyor sanatını. Her kitapta, bu ahlaki griliğin üstünü biraz daha çiziyor. Her hikâyede, okuyucular olarak, hiçbir şeyin o kadar da net olamayacağını daha iyi anlıyoruz.
Elbette Witcher’ın kendine özgü bir hikayesi de var. Fakat bence bu tarz eserleri, bizim gözümüzde bu denli değerli kılan şey, hikayelerinin derinliği olduğu kadar seçtikleri temalardır. İster toplumcu bir eser olsun ister fantastik bir eser; seçilen tema “insanca” olmazsa geri kalan ögeler o metni bir yere kadar taşıyabiliyor. Bu temaların işleyişi de ustaca olunca ortaya Witcher gibi harikulade eserler çıkıyor.
Witcher evreninde, önyargıların ve bazı toplumsal normların her olayda “işlemediğini” çok açık bir biçimde görüyoruz. Belirli eylemlere karşı verilen tepkilerin, uygulanan cezaların; olayların biricikliği karşısında ne kadar vicdansız ve “adaletsiz” kalabileceğini ustaca ortaya koyuyor Sapkowski. İnsanın, canavarlara karşı değil de en çok vicdanına karşı korumasız olduğunu gösteriyor. Çünkü kendimize karşı koymak için tutabileceğimiz Witcher’lar bulunmuyor aslında. Onlar insandan çok daha az tehlikeli canavarları öldürüyor.
Witcher hikayelerinde sonsuz ihtirasların, kıskançlığın, kinin, öfkenin ne türden felaketlere yol açabileceğini okuyoruz bir bakıma. İnsanın doğayla ve diğer türlerle olan yıkıcı mücadelesinin ortaya çıkardığı dramlar, fantastik bir öyküde anlatıldığı kadar medeniyetimizin tarihçesini de çok güzel bir biçimde ortaya koyuyor.
Bu bakımdan, Witcher’ın “iyi – kötü” gibi ahlaki kavramlar üzerine söylediği çok şey var. Sadece karakterleri, ana hikayesi, evreninin çok boyutluluğu ve sihir açısından sunduğu çeşitlilikle değil; ele aldığı tema ve bunu nasıl yaptığı da bir o kadar değerli olan bir seri bu.
Yazımı "Son Dilek" kitabından çok beğendiğim bir alıntıyla bitireyim.
“Şer şerdir, Stregobor,” dedi Witcher ciddi bir ifadeyle ve ayağa kalktı. “Daha büyükmüş, daha küçükmüş, ikisinin arasıymış, hepsi aynı; orantılar görecelidir, aralarındaki sınırlar siliktir. Ben aziz mertebesinde biri değilim, yaşamım boyunca yalnızca iyi şeyler yapmadım. Ama kötülük arasında seçim yapmam gerektiği zamanlar, hiç seçmemeyi yeğlerim.”
Yorum Bırakın