Coralie Fargeat’ın yönetmenliğini üstlendiği The Substance (2024), vücut korku (body horror) türünü
derin bir toplumsal eleştiriyle buluşturuyor. Başrollerini Demi Moore ve Margaret Qualley’nin paylaştığı
bu yapım, güzellik, gençlik ve toplumsal baskıların kadın bedenine yansımasını grotesk bir lensle ele
alıyor. Film, yalnızca body horror/elevated horror değil; aynı zamanda rahatsız edici derecede tanıdık bir
dünyayı izleyicinin önüne seriyor.
Film, yaşlanmaya yüz tutmuş bir ikon olan Elisabeth Sparkle’ın (Demi Moore) gözünden, gençlik ve
estetik saplantısını ele alıyor. Elisabeth, kariyerini ve toplumdaki yerini korumak adına yasadışı bir
madde kullanarak kendisinin genç bir kopyasını (Margaret Qualley) yaratır. Ancak bu “ideal” versiyon,
beklenmedik biçimde kendi iradesine sahip olmaya başlar.
The Substance, vücut korkusunun fiziksel dönüşüm temalarını toplumsal bir alt metinle birleştiriyor.
David Cronenberg’in eserlerini hatırlatan estetik, yalnızca şok etkisi yaratmakla kalmıyor; izleyiciyi
güzellik algısı üzerine düşünmeye zorluyor. Elisabeth’in gençliğini yeniden yaratma arzusu, zamanla
kontrolsüz bir kâbusa dönüşüyor.
Filmin yönetmeni Fargeat, bu senaryoyla toplumsal güzellik standartlarına yönelik eleştirisini, kadın
bedeninin metalaştırılmasını ve bireysel kimliğin silinme korkusunu bir arada işler. Descartes’ın
‘’Düşünüyorum öyleyse varım’’ çıkarımı günümüz toplumu için artık bir anlam ifade etmez. Çünkü
günümüz dünyasında var olabilmeniz için görünür olmak birey olmanın önkoşuludur. Alımlanmayan kişi
yok olmaya, var olamamaya mahkûmdur, var olmak onay gereken bir mefhumdur. Zygmunt Bauman bu
durumu çok iyi özetler:
‘’Herkes gizliden gizliye var olmadığından korkar; çünkü başkaları farkına varmadığı sürece aslında
yoktur. İnsan başkaları ondan söz ettiği –onu yücelttiği, eleştirdiği, alaya aldığı, ona iftira attığı, onun
sözlerini yinelediği- sürece vardır.’’
Günümüz dünyasında yaşlanmaya/yaşlılığa karşı medya iletişim araçları tarafından ciddi bir propaganda
yapılıyor. Yaşlanma korkusu; kırışıklıkları yok eden kremlerden, ‘’gençlik vaat eden’’ cerrahi
müdahalelere kadar devasa bir endüstri yaratmış durumda. Ancak bu ürünlerin ve işlemlerin vaat ettiği
‘’zamanı durdurma ya da gençleşme’’ fikri yalnızca bir delüzyondan ibaret. Elizabeth’in toplum
tarafından (ya da erkek) maruz kaldığı yaşlılık kaygısını modernizmin önde gelen yazarlarından
Baudelaire’de şu şekilde betimliyor:
‘’Ey zaman senin koca dişlerin ruhumu yavaşça kemiriyor’’
Elizabeth’in ruhu da yavaş yavaş bedeniyle kemiriliyor, iki beden aynı zamanda iki farklı ruha da
evriliyor ve Sue, Elizabeth’in ruhunu ele geçiriyor. Zamanın koca dişlerinden kaçmak isteyen Elizabeth
ne kadar kaçmayı başaracağına inansa da sonunda onun ellerinde (isminin yazılı olduğu zeminde) eriyor.
The Substance, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi romanıyla da bir analoji gösterir. Her iki eser de
bireyin gençlik ve güzellik uğruna kendi kimliğini feda edişini ele alır. Dorian Gray, yaşlanmayı kendi
portresine yüklerken, Elisabeth Sparkle kimyasal bir maddeyle gençliğini yeniden kazanır. Ancak her iki
karakter de bu arayışlarının bedelini ağır bir şekilde öder; Dorian’ın portresinin çirkinleştiği gibi
Elisabeth’in bedeni de nörofibromatzois benzeri bir deformasyon geçirir.
The Substance, yalnızca bir korku filmi değil; aynı zamanda modern toplumun yaşlanma ve güzellik
takıntısını sert bir şekilde eleştiren bir manifesto. Kadın bedeninin kontrol altına alınmaya çalışıldığı,
‘gençliğin’ neredeyse bir takıntı haline geldiği bir dünyada, film, izleyicilere şu soruları soruyor: Güzellik
ne zaman bir zorunluluk haline geldi? Ve bu zorunluluk bireysel kimliğimizi ne kadar etkliyor?
Yorum Bırakın